Genç arkadaşlara bir kişi biz eskiden diye söze başladığında biliniz ki bu yaşlılığın ilk işaretidir diye düşüncelerimi ifade ediyorum.
Tabi ki, bu vurguyu yaptıktan sonra da, yaşlılığın ilk işaretlerini kendim vermeye başlıyorum hemen.
Biz eskiden.
Kandillide resmi adı Uzun Mehmet Mahallesi olan ancak halk arasında Rat Mahallesi olarak bilinen Mahdut Mesuliyetli Ereğli Kömürleri İşletmesinin dubleks lojmanlarında otururduk.
Bu lojmanların biri resmi ve diğeri de halk dili olmak üzere iki ismi bulunmasına rağmen üçüncü bir adı da Çavuşlar mahallesi idi.
Çavuşlar Mahallesinde maden çavuşları otururdu.
Bu mahallenin erkekleri genel olarak gündüz vardiyasında maden ocağında çalıştığından dolayı mahallenin kadınları sabah kocalarını işe, çocuklarını da okula gönderip ev işlerini şöylesine bir şipşak tamamladıktan sonra bir araya gelip yarenlik ederlerdi.
Çavuş kadınlarının bu muhabbetlerinden biri de birlikte plak dinlemekti.
Yılını tam hatırlamıyorum ama çocukluk anılarımın içinde saklı kalan bu dinletilerden biri de, o yıllarda çok meşhur olan Talihsiz Meryem türküsüydü.
Belki Yüksel Özkasap olabilir söyleyen de tam bilmiyorum.
Analarımız işte o türküyü dinledikçe içlenirler ve dökülen gözyaşlarına fren yaptıramazlardı.
Maden çavunun kadını acıyı bilir çünkü.
Ailesinden mutlaka biri maden ocağında ya şehit olmuş ya da gazi.
Talihsiz Meryemin verem hastalığından dolayı hastanelerde çektiği acı ve yaşama veda edişini dile getiren bu türkünün acısını yüreğinde duyan çavuş kadınlarında tanıdım ilk gözyaşlarını.
Ya işte biz eskiden böyle büyüdük.
Bir de bu mahalleden unutamadığım ise, kocası işte olduğu için tavuk kestirmek için yaşanan sıkıntılardı.
Erkekler ocakta tavuğu kim kesecek?
Yeni yetme kim var ise Ona gidilir ve oğlum şu toğuğu kesive bağa denirdi.
Yıllar sonra sıra bizde azıcık ele avuca gelince getiriyorlar ve kesiyoruz toğuğu.
Derken bir gün, Gülten Morcunun annesi Hacer Ablanın toğuğunu keserken bir bağırdı korkudan sıçradım.
-La bu uşağın kestüğü toğuk yinmez. Bu toğuğu ensesinden kesiya dedi.
Ne bileyim ben toğuğun enseden kesilmeyeceğini?
Kimse söylemedi ben de sormadım.
Geleni kesiyoruz ki, mahallede büyüyüp de deli-kanlı olmanın haklı gururuyla.
Yumurta topuklu, kaytan bıyıklı, omuzda ceket Heyttt!.. Anamı kesen ben, babamı kesen ben de demeden kesiyoruz toğukları.
Hacer Ablanın o feryatından sonra toğuk kesmeyi bıraktım.
O gün bugündür toğuk kesmiyorum.
Bir daha mı tövbeler olsun.
Biz eskiden bizim mahallede!..
Çok eski yıllarda destancılar vardı bilen var mı?
Ülkede çok önemli bir olayla ilgili şiir yazanların şiirleri İstanbul veya Ankaralarda matbaalarda teksir kağıdına basılır ve bu destancılara verilirdi.
Destancılar Türkiyeyi dört bir yandan dolaşır ve destan satarlardı.
İyi de okurlardı hani.
O şiiri mahalleye girince bir okumaya başlarlar ki, tüm lojmanlarda oturanlar sokaklara dökülürdü.
Destancının sesi gür.
Diksiyon süper.
Bu şiire azıcık da acılı kattınız mı kurtuluş yok satışta patlama yaşarsınız.
İki tane önemlisini hatırlıyorum bu destancıların.
Bir tanesi Varto depremi, diğeri de Pilot Cengiz Topelin şehit oluşu.
Destancının sokaktaki bağırışları ve destan yazılarını peyniri ekmeksiz satarak emeğinin karşılığını tıkır tıkır aldığı çığırtkanlığı unutmam.
Ya biz eskiden neler neler yapmışız!
Biz eskiden İzmir Fuarıyla büyüdük.
Türkiyenin en büyük olayıydı İzmir Fuarı.
İzmir Fuarına gidip gelenin anıları dinlenir ve getirdiği hediyeler kabul edilirdi.
En kıyak hediye de, fuar sigarasıydı.
Vitrinlere konulurdu bu sigaralar.
Fuara gidilmiş ve fuar sigarası alınmış veya giden biri hediye getirmiş der gibi vitrinleri süslerdi o sigaralar.
Fuar deyip geçmeyin.
O fuarlar Türkiyede sanatçı borsasıydı.
Fuarda en çok parayı alıp sahneye çıkacak sanatçı Türkiyenin gözdesi olurdu.
Hey gidi günler hey!..
Biz eskiden neydik!..
Anılara sürüklenmenin dayanılmaz nostaljisini yaşatan gençlere teşekkürler.
Onlar da olmasa, torun torba sahibi olduğumuzun farkına bile varamayacağız.
Ne yıllardı o yıllar.
Hey gidi dünya hey!..
Biz eskilerden buraya nasıl geldik?
fark edebilene aşk olsun