Hikayesi bilmem kaç bin yıl önceki zamanlara dayanıyordu. Birçok medeniyete, uygarlığa ev sahipliği yapmıştı, yakın veya uzak görkemli geçmişini anlı şanlı sayfalara yazdırmıştı.

Muhabbetlerde laf dönüp dolaşıp kasabanın bu tarafına taşındığında kulağı çınlatılan günlerinin içerisinde, keyifli, kederli, gururlu, sıkıntılı birçok önemli olayı da alt alta sıraladığımızda,

Alemdar kahramanlık destanı, geçmiş yıllara nazaran son zamanlarda oldukça fazla konuşulan, akla ilk gelen olaylardan birisi olmaya başladı. Daha açıkçası son zamanlarda fazlaca popüler edilmeye başlandı.

Bu konuya özel ilgisi olanların dışında kalan kasaba ahalisine göre, Alemdar ismi yakın zamana kadar Kilise yanında, Çaştaban Fikrinin de evinin üst tarafında kasabanın üç ilkokulundan birinin ismi olmaktan pek öteye geçmezdi.

İlk öğrenimimi yaptığım Alemdar İlkokulunda, bu tarihi olay ile ilgili bir etkinliğin, bir anma gününün yapıldığını hiç hatırlamıyorum.

Kurtuluş savaşının ilk ve tek deniz zaferinin kazanılmasının üzerinden 102 yıl geçmiş.

Bayağı uzun bir zaman olmuş. Olmuş ta, bazıları için bu kahramanlık destanı, sanki bıldır sene cemrenin suya düşmesinin az biraz öncesinde yaşanmışta, çok taze, sıcağı üzerinde bir olay olarak kabul edilmiş olmalı ki, Türk Tarih Kurumu kayıtlarına yeni girebilmiş.

Bu da olumlu, önemli bir gelişmedir, öyle veya böyle Devletin kayıtlarına girmiş ya! diye sevinebiliriz. Kasabalı emeği geçenlere, gayretlerini sabırla sürdürenlere şükran ve minnet duymalıdır.

Bu olaydan yola çıkarak, bünyeyi de fazla zorlamadan düz bir mantıkla aklıma gelen şeyi söyleyeyim mi yoksa yutkunup unutayım mı diye biraz düşünmedim de değil.

Allah’ın bildiğini kuldan saklamak doğru olmazdı!

Alemdar kahramanlık destanını lütfedip 102 yıl sonra kayıtlarına alan anlayış, Kasabalının kahraman geminin hakkı olan iki üç yıldır ısrarla talep ettiği madalyayı acaba ne zaman uygun görür de verir?

Vilayetin bütün vekillerinin! kasaba adına samimiyetle! (Ünlemin anlamına haksızlık etmeyelim !!!!!) verdikleri arzuhal.

Kasabalının sayfalara sığmayan imzalarının toplandığı tutanak.

Sıklıkla konuyu gündemde tutmaya çalışan bir, bilemdin iki gazetecinin zapta geçirdiği kayıtlar, buna yeterli olur mu?

Şimdi, biraz daha sakinleşerek daha da geniş bir açıdan bakarak kasaba adına meseleyi biraz deşelim. Değerli abim Anadol’un iznine sığınıp onun kitap başlığından iki kelime çalarak filmi geriye saralım.

O zamanlarda da ülkenin ekonomik can damarı Marmara bölgesiydi. Vilayetinin bu bölge ile karayolu bağlantısı kasaba üzerinden sağlanıyordu. (Şimdi farklı mı? diye itiraz edenler, lütfen biraz sabır, çünkü mesele biraz farklı)

Başta İstanbul olmak üzere Marmara Ege hatta Akdeniz bölgelerinden, karayolu ile vilayete ulaşmak isteyenler İstanbul yol ayrımı mevkiinden kasabaya girip, Meydanbaşı yokuşundan inerek önce Sahilden sonra Kemer köyünden geçerek Kandilli üzerinden tüm Yalı köylerine uğrayarak Vilayete varırlardı.

Niyetim geçmişteki karayolu güzergahlarını anlatmak değil.

Ama bu önemli ve uzun şehirlerarası yolun en kötü en berbat yeri, kasabanın içinden geçen, Hükümet Konağı’ndan İstasyona kadar en fazla 2 km lik, şimdiki gibi de bölünmüş olmayan sahil yoluydu.

O kadar kasisli çukurlu rezil bir durumdaydı ki, arabaların yürüyen aksamlarından bir yerleri kırıp dökmeden buradan geçmek maharet gerektirirdi. Kasaba ile Vilayet arasındaki 60 km civarındaki yolun birçok yeri sıkıntılıydı, üstüne üstlük üç buçuk, dört saat sürüyordu, sanki bütün bunlar yetmezmiş gibi şehrin içindeki bu iki km lik yol, araç sürücülerini gerçekten bezdiriyordu.

Vilayete giden yol, öyle uzun! öyle zor bir yoldu ki kasabadan vilayete giden otobüsler Aslan Çeşmesi’nde mola verirlerdi, şoförler de yolcular da araçlarından inip biraz dinlenirlerdi.

Rivayet odur ki zamanında vilayetten şehirlerarasında yolcu taşımalığı yapan Uludağ Seyahat, Kamberoğlu Otobüs İşletmesi gibi firmaların şoförleri, kasabaya geldiklerinde yolun zorlu tarafı bitti, İstanbul’a geldik sayılır demeleri bile bu yolun durumunu anlatmak için yeterli değil midir?

Şimdilerde araç enflasyonuna, trafik kazalarına dikkatleri çekip haklı olarak çevre yolu talebinde bulunuyoruz ya, yıkılanlar yapılmıyor kasabanın sahibi yok diyoruz ya.

Bu durum yarım asır önce de aynıydı. Sahil yolunun o rezil kepaze acınası durumuna dayanamayıp şikayetlerden de bıkan kasabanın Belediye Reisi Bırakın, burayı ben yapayım dedi.

Orası karayollarına ait sen yapamazsın dediler. O zaman siz yapın, görmüyor musunuz çekilen sıkıntıyı ıstırabı dediğinde de yetkililer, sorumlular sırtlarını dönüp görmezden duymazdan gelmişlerdi.

Aklıma gelmişken, o zamanlarda da spor, en masumane en kaynaştırıcı sosyal faaliyetlerin başında gelirdi. Kasabanın amatör spor takımlarının gençleri vilayete deplasmana giderlerdi, sporcuların o yolda içleri dışlarına çıkardı, o yorgunlukla maçlarını oynarlardı.

Ya kardeşim dört saatlik yoldan gelen çocukların maçı, sabahın saat on ’unda oynatılır mı? Diye itiraz edilirdi de kimse duymazdı.

Demem o ki kasaba için karar vericilerin, o günde bugün de kasabaya bakış açılarında her anlamda hiçbir değişiklik olmamıştır.

O halde yapılması gereken şey bellidir, kendi işimizi kendimiz halledeceğiz!

27 Ocak oldukça önemli bir gündü. Elli yıl evvel kasabada yerel yayın yapan iki üç gazete varken, şimdilerde sayısını bilemediğim kadar çok yerel gazetenin olduğunu bilerek, bilgisayarın başına oturdum, daha kasabanın adını yazar yazmaz,

Sayfanın sol üst köşesinde 3.070.000 sonuç bulundu yazısı çıktı.

Yakışır dedim.  

Kasabanın rakamlarla arası her zaman üst sevilerde olmuştur!

27.Ocak 2023 kasabanın gurur günüydü Şanlı Alemdar zaferi anılacaktı.

Kasabanın yerel gazeteleri günün mana ve ehemmiyetine binaen, bu haklı gururun, kurtuluş savaşının tek deniz savaşı zaferinin Devletin kayıtlarına çok geç aldığına kırılmadan gücenmeden anlamına yakışır haliyle yayınlarının en üstüne çıkartacaklarını biliyordum.

Kasaba yalnızlığa itildi, sahipsiz kaldı diyorduk ya! işte fırsat gelmişti, bir olup birlikte tek ses halinde kasabanın sıkıntılarını haykırmanın, derdimizi anlatmanın, sesimizi yükselmenin tam zamanıydı.

İlk karşıma çıkan yerel gazete olaya çok geniş yer vermişti. Bıraksalar savaşın tutanaklarını bile açıklayacaktı! konuya çok hakimdi. Tören programını, konuşmacıların açıklamalarını, bilim insanlarının çalışmalarını sayfalarına taşımıştı, hatta geminin son kaptanı ile yaptıkları röportajı bile yayınlamıştı.

Yani günün anlam ve önemine önderlik, bayraktarlık yapıyordu.

İlgililere, Madalya nerde madalya diye soruyordu.

Keyiflendim.

İkinci sıradaki Ufkunun da çok geniş olduğunu iddia eden gazete, olayı unutmuştu! ince bile görmemişti!

Biraz canım sıkıldı. İyi niyetle herhalde duymamıştır! Dedim.

İsmiyle Demokrasiyi hedeflediğine, tarafsızlığı çağrıştırdığına inanan kasabanın yerel gazetesi, günün önemini deniz savaşı şehidinin mezar yerinin bulunması çalışmalarına kadar indirmişti. Helal olsun, oldukça detaycıymış derken gazetenin bir diğer manşetine gözüm takıldı.

Gazete yerel yönetimin başındaki kişinin açıklamalarını iyice didiklemiş en çok kasabanın işine bu yarar! diye düşünmüş olmalı ki, bölge milletvekillerinin sözlerini tutmadıklarından dolayı onları kasabaya sokmayacağız! sitemini manşetine taşımıştı. Hem nalına hem de mıhına! diyerek esas meramını ortaya koymuştu.

Yahu bugünde mi sığ kasaba siyaseti dedim., Helal olsun demekte erken davranmışım.

Diğer yerel gazeteler mi?

Gündemi takip ettiğini de olaylara Hâkim olduğunu da iddia eden kasabanın iki yerel gazetesi de dahil, kasabanın birliği beraberliği için çok önemli olan, yılın bir gününde olsun hatırlanıp kutlanması gereken Alemdar Deniz Savaşı, destanını ya görmezden ya duymazdan gelmişler ya da laf ola beri gele anlayışıyla cılız bir iki kelimeyle geçiştirmişlerdi.

Bunun yerine manşetlerini 365 gün kasabanın gündeminden hiç düşmeyen fuhuş, uyuşturucu, silahla yaralama, haberlerin olmazsa olmazı trafik kazalarına ayırmışlardı.

Hani, bir olalım birlik olalım, kasaba sahipsiz kaldı tek ses olup sahip çıkalım deniliyordu ya. Önce kasabanın sesi olduklarını iddia edenlerin birlik olmaları tek ses olmaları gerekmez miydi? Böyle günler bu işler için önemli bir fırsat olmaz mıydı?

Halbuki kasabalı için tek ses olmak, kasabasının çıkarını korumak bilmediği bir şey değildi ki.

Belki kırk yıl, belki de kırk beş, elli yıl önceydi, fabrikanın Sinter bacasının yüksekliği mi yeterli değildi, filtresi mi bozuktu veya hiç mi yoktu tam bilemiyorum ama kasabanın üzerine yağan tozdan pis kokudan kasabalı perişan oluyordu.

Kasabanın elindeki iki üç yerel gazete, olayın üzerine öylesine gidip, sürekli gündemde tutup öyle bir kamuoyu oluşturmuşlardı ki, fabrika yönetimi sorunu çözmek için kasabalının haklı isyanını sonlandırmak için gereken çalışmayı hemen yapmak zorunda kalmıştı.

Hatta o zamanların fabrika yönetimi, kasabanın yani kasabalının hakkı olan, fabrika sahası içinde yaptığı tesislerin, binaların iskân paralarını da denizden kazandığı alanların istimlak bedellerini de efendi gibi esas sahibine vermekte hiç çamura yatmazdı, aklından bile geçirmezdi faturanın son ödeme gününü hiç kaçırmaz, hemen toka ederdi.

Zaman değişse de üzerinden kırk yılda, elli yılda geçse bazı anlayışlar hiç değişmiyor.

O zamanlarda kasabanın havasını kirleten anlayış, şimdilerde meydanı boş bulmuş olmalı ki kasabanın denizini kirletmenin hesabını yapabiliyor.

Kasabanın sayılarla arası iyidir! Demiştik

Bir vakitler orayı burayı yıkıp eskisinden daha iyi, şahane okullar kamu binaları yapacağız diye dümdüz etmişlerdi.

Üzerinden binlerce gün geçince, Kardeşim bu yıktıklarınız ne olacak, yerlerine yeni binalar neden yapılmıyor? diye birileri de sorunca,

Ya biraz para lazım, demişlerdi, kasabanın hayırsever vatandaşları da söylesene kardeşim deyip hemen ellerini ceplerine atmıştı.

Yine hiçbir şey yapılmıyordu. Bu seferde ruhsat muhsat gibi şeyler söylediler. Onlar da halledilmişti buna rağmen yine ipe un seriliyordu, yine o birileri ne oluyor ne bekleniyor diye bıkmadan usanmadan sormaya devam ediyordu,

Her şey hallolmuştu de eline hala kazmayı küreği alan yoktu.

Hayırseverler de hayırdır birader ne oldu bizim paralara diyerek kıllanmaya başlamıştı ki! projelerden yeni haberdar olan! kasabanın fabrikasının birden Ağa Dayılığı ’nın tutası geldi. Kasasında TL olmadığından! çarşıdaki döviz bürolarından da dövizi bozduramadığından! tebareke parası olarak bir kenarda sakladığı USD ’yi (TL kullanmak gerekmiyor muydu, yakıştı mı?) bir market poşetine koyup koltuğunun da altına sıkıştırıp getiriverdi.

Kul sıkışmadan Hızır yetişmiyordu!

Şimdi.

Ben, acele edilmezse! Sabırlı olup şükredilirse! bu işlerin hallolacağına, kısa zamanda üç vakte kadar sonuçlarının ortaya çıkacağına, olmazsa da beş on vakte kadar verilen sözlerin tutulup yepyeni binaların kasabalının hizmetine gireceğine yürekten inanıyorum!

Hala yapılmıyor edilmiyor, zaten kasabanın sahibi yok diyenlere söylemek lazım, yapılmaz edilmez denilen Devrek yolu sorununun ne kadar kısa sürede nasıl çözüldüğüne! bakın sonra konuşun.

Birde nereden çıktıysa, kimler kimlerin aklına sokup akıllarını çeldiyse birileri il olmalıyız gibi bir şeyler söyleyip güya kamuoyu oluşturmanın peşine düşmüşler!

Son günlerde de buna yönelik sesler çokça yükselmeye başlamış. Kasaba il olunca kendi vekillerini çıkartacakmış, kendi işlerini kendileri göreceklermiş. Kimsenin kapısına gitmeden sayısını bile ayarladıkları iki milletvekili ile tüm sorunları çözeceklermiş!

Anlaşılan bu arkadaşlar geçmişte olanlardan, yaşananlardan hiç ders almamışlar. Halbuki her şey var odasından gelen görüntüler gibi çok net ortada. Kasaba her türlü pozisyonda kırmızı çizginin arkasında kalıyor. Gerektiğinde kendi yarı sahasında bile ofsayt’a düşürülebiliyor!

Şimdi peki o çizgiyi kim çekiyor? diye sormanın ne yeri ne zamanı! 

Bu kadar çok talepte bulunmanın, her şeyde bu kadar çok ısrarcı olmanın sonucunda nemi olacak? şimdiden söyleyeyim de herkes ayağını buna göre denk alsın!

Bu iş böyle giderse, bırakın Gülüç belediyesinin iptal edilip kasabaya bağlanmasını, Gülüç il olur, ham kasaba hem de Alaplı oraya bağlanır.

Sonrasında, sen sağ, ben selamet.

*Nuri Öztürk / Sapanca