Kasabanın fabrikasının açıldı, açılıyor zamanlarıydı. Daha doğrusu açılmıştı da henüz emekleme zamanlarıydı desek daha doğru olur.  

Dünya adına da ülke ve kasaba adına da o günlerden bu günleri bilebilmenin, yaşadığımız şu günleri tahmin edebilmenin, bırakın tahmin edebilmeyi, hayalini bile kurabilmenin mümkün olmadığı zamanlardı.

Muhabbetlerin, sohbetlerin çokça yapıldığı zamanlardı da belki si olmayan bir iddia ile gazetelerin en çok okunduğu dönemlerdi.

Memlekette dünyada neler oluyor bitiyor durumlarından, görerek değilde duyarak haberdar olunurdu. Devletin sesiyle, onun ciddiyetiyle ajanslarından verilen haberlerin doğru olup olmadığının hiç kimsenin aklından bile geçmediği zamanlardı.

Gazetelerimiz vardı.

Çok önemli, çok ciddi, bildiklerini dosdoğru söyleyen, doğrulardan ayrılmayan adam gibi adam denilen köşe yazarlarımız vardı. Lafları eğip bükmezlerdi, ama’sı lakin’i yani ’si olmayan yazılar yazarlardı, dik değil dimdik dururlardı.

Akşam, Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet gibi köklü ulusal gazetelerin köşelerinde yazı yazan köşe yazarları, yazdıklarıyla tozu dumana katarlardı. Oldukça fazla okuyucusu olan bu gazetelerin yanında, siyasi görüş olarak onların karşısında duran en önemli gazete Tercüman gazetesiydi. Kendine has saygınlığı da vardı çok özel okuyucuları da vardı.

Ahalimiz Halk Partililer ve Demokratlar olarak bilinirdi de Halk Partisi yerinde kalmıştı, Demokrat Partinin yerini de Adalet Partisi almıştı.

Abdi İpekçi, Çetin Altan, İlhami Soysal, Oktay Akbal gibi kalemi keskin olan nicelerin vardı da karşı cenahta Ahmet Kabakçı, Kemal Ilıcak gibi sivri uçlu kalem kullananlarda vardı.

Siyasetten Spora, Sanattan Edebiyata kadar köşelerinden fikirlerini okurlarına aktaran değerli köşe yazarlarının yanında, Tercüman gazetesinin apayrı bir köşesi vardı, bazı okuyucuları bu gazeteyi yalnızca burada yazılanları okumak için alırlardı. Hatta birçoğu o yazıyı okuduktan sonra diğer haberleri okumadan gazeteyi bir kenara bırakırdı.

Pehlivan tefrikaları denirdi.

Bırakın, gazetelerin köşe yazılarını okuyanların disiplinini, ciddiyetini, radyolardaki arkası yarınların, radyo tiyatrolarının, liseler arası bilgi yarışmalarının, yurttan sesler korolarının sadık dinleyicilerini bu pehlivan tefrikaların okuyucularının bağlılıkları değilde bağımlılıklarının yanında bunlarının hiçbirinin esemesi bile okunmazdı.

Hangi gazetenin hangi köşe yazarı hangi konuda ne yazarsa yazsın, bu gazetenin pehlivan tefrikası okuyucuları için Kel Aliço, Kurt Dereli, Koca Yusuf denildiğinde hem akan sular hem de zaman dururdu. Yüzyıllar önce yapılmış güreşler, geçtiğimiz pazar günü yapılmışta ya yerinde ya da büyük ekran televizyonlardan canlı canlı izlenmiş gibi büyük bir heyecanla sohbetlerin en önemli konusu oluverirdi.

Hiç kimse üç gün üç gece süren güreş mi olur? bir pehlivan günlerce köprü durumuna nasıl dayanır?

Diye sormaz, sormaya cesaret bile edemezdi.

Kel Aliço ’nun 70 yaşına kadar hiç yenilmeden başpehlivanlığı kimseye kaptırmadığına adı gibi emin olur, Koca Yusuf’un el enseleriyle bir öküzü devirdiğine yerinde şahitlik etmiş gibi inanır da karşısında güreş tuttuğu pehlivanın bu el enselerden zarar görmeden, hiçbir şey olmamış gibi saatlerce güreşe devam etmesine şaşırmazdı.

Orası er meydanıydı sorgu sual etmek kimsenin haddine düşmezdi.

Lakin her şey bu tefrikalardaki gibi olmuyordu. Zaman oralarda durduğu gibi durmuyordu.

Kasabada ve ülkede birçok değişimin birçok ilklerin yaşandığı zamanlara girilmişti daha da girilecekti.

Henüz altmışlı yılların bitti bitiyor zamanlarıydı. Maddi rahatlık, maddi yeterlilik açısından Karaelmas bölgesi zamanının en şaşalı en parlak günlerini yaşıyor muydu yaşamıyor muydu bilenler zaten bilirler de. Burada yaşayan ailelerin kasabanın birçok sakinine göre oldukça daha iyi koşullarda hayatlarını sürdürdükleri de bir gerçekti.

Kasabada haftanın iki günü köylü pazarı kurulurdu da maddi imkanları, yaşam koşulları kasabanın birçok sakinine göre oldukça iyi sayılabilecek Aşağı Kandilli ’de pazar nerede kurulurdu? (Ekonoma’ nın yanındaki manavı bir kenera koyun)

Kasabı vardı da taze balık taze sebze meyve nerden nasıl alınır yenilirdi. Aşağı Kandilli sakinlerinin bazıları (kısıtlı sayıda olan) bahçelerinde bir şeyler ekip bir nebze de olsa ihtiyaçlarını giderirken, kimileri 17 de balıkta tutardı, ekonomada da birçok şey satılırdı ama esas bir başka yerden de alışveriş yapılırdı hemde taze taze çeşit çeşit.

Her sabah olduğu gibi marangozhane ’deki işine gitmek için evinin kapısından çıkarken, durdu, hanımına bugün günlerden Çarşamba değil mi diye sordu, cevabını da kendisi verdi Çarşamba canım Çarşamba dedi.

Bugün Rıdvan gelir, irilerinden üç dört palamut versin, yoksa haftaya muhakkak getirsin, balığı tuzlamanın zamanı geldi palamut iyice irileşti yağlandı dedi evden çıktı.

Rıdvan Cöbek kasabanın evladıydı. Kapalı kasa tenteli pikabıyla mevsimine, zamanına göre (çünkü o zamanlar her türlü meyvenin sebzenin bir yenilme zamanı vardı) kavun karpuz meyve sebze patates soğan, balık mevsimi geldiğinde de taze taze çeşit çeşit balığı pikabına yükler haftanın bir, bazan iki günü özellikle Aşağı Kandilliye götürür satardı. Ne zaman hangi saatte geleceği bilinirdi, ona göre hazırlık yapılırdı.

Şimdilerde, her yerde karşımıza çıkan yaşantımızın vazgeçilmezi olan, adına da zincir marketler denilen yerlerden, koltuğumuzdan da kalkmadan elimizdeki telefonlardan sipariş vererek ihtiyaçlarımızı kapımıza kadar getirtiyoruz ya.

İşte tee o zamanlarda Rıdvan Cöbek bu işi zaten yapıyordu.

(İnternet’in de cep telefonun da olmaması hizmetin yerine getirilmesine engel değildi)

Kandilli için o zamanlarda bu bir ilkti.

Bazı kasabalı kasabasında açılan fabrikanın rüzgarını da arkasında hissederek, rotasını yeni limanlara çevirmişti.

Kasabanın geleni gideni her zaman bol olurdu. Hanlarda konaklanan zamanlardan günü geldiğinde devran döndüğünde günün ihtiyaçlarını karşılayacak konaklama yerlerine geçişler yapılmıştı.

Muzafferiyet oteli kasabanın önemli bir oteliydi. Erkaralar’ın, Caferoğlularının otelleri vardı. Pazaryerinde Hayri Yıldırımın oteli vardı. San Oteli vardı. Kaneri ağzında Çakmağın Oteli vardı. Hatta Yalı caddesinde Musa’nın ilk lokantasının olduğu yerin üstünde de bir otel vardı.

Hepsi çarşı içindeydi.

Kasabanın fabrikasının açılması ile birlikte bu sektörde yeni görünümlere yeni açılımlara ihtiyaç olacağını ilk tespit eden kişi Ömer Tanyeri oldu. Zonguldaklı varlıklı bir aileye mensuptu. Fabrikanın ana kapısına giden, yeni yapılan sahil yolunun üzerinde olması bir yana, neredeyse denizin içine, bildik otellerden farklı bir anlayış getiren o zamanlarda bir ilk olan oldukça görkemli bir otel açtı.

Hafta sonları canlı müzik yapılmaya başlandı. Solisti de olan orkestrası vardı. Açık ve kapalı alanları vardı, Denizin üzerine ayrı bir mekân bile yapılmıştı. Artık kasabada orkestralı şarkıcılı canlı müzik eşliğinde yenilecek yemeklerin, görkemli düğünlerin, hafta sonu eğlencelerin yeni adresi belli olmuştu.

Sonrasında, bu ve benzeri gelişmeler sıradan olaylar olarak kasabalının yaşamında yerini alacaktı, aldı da.

Şimdilerde adına AVM denilen, zamanın çarşılarındaki işyerlerini, dükkanlarının tamamını içine alacak kadar devasa büyüklükteki alışveriş merkezlerinin öncelerdeki adı pasaj olarak bilinirdi.

İstanbul’un her daim en önemli caddesi Cadde-i Kebir, diğer bir deyişle İstiklal caddesi veya Beyoğlu’ndaki Halep, Atlas, Aznavur, Elhamra veya Şark pasajlarının isimleri çoğu kişinin aklındadır. Neredeyse tamamı günümüzde de tarihi görkemli yapılarda varlıklarını AVM olarak değil pasaj adıyla sürdürüyorlar.

Kasabada çok büyük kocaman bir arsa içindeki konağın yıkılarak yerine yapılan, Kaneri ağzındaki pasaj, büyüklüğüyle ve de yürüyen merdivenleriyle kasabanın ilk AVM’si olarak bilinse de her ne kadar kapıları başka başka sokaklara da açılsa, ana kapıları bile caddenin iki ayrı ucuna çıkacak kadar büyüklükte de olsa burası kasabanın ilk pasajı değildir.

Kasabanın iş bilir, dur durak bilmeyen müteşebbis ruhlu kadını kendi soyadını da taşıyan ilk pasajı kasabaya kazandıran kişi Vesile Dikmen’dir.

İçine AVM lerin olmazsa olmazı sinemayı bile konuşlandırmıştı. Pasajındaki dükkanlar bir elin parmaklarının sayısına ulaşamamış olsa da pasaja yalı caddesinin bir tarafından girilip, sağlı sollu dükkanların bulunduğu çarşısından! geçilip sağına kasabanın önemli bir işyeri olan Savaron Mağazasını, soluna Dore Kazım’ın Ayakkabı Dükkanını alarak ilk girilen yerden yirmi bilemedin otuz metre ilerisine çıkılıyor olunsa da burası o günkü kasabanın ilk, AVM ‘si ilk pasajıdır.

Bu görüşü kabul etmeyip aksine bir iddiayı ortaya koymaya çalışanlar bilmeliler ki bu çabaları kasabalının nezdinde hiçbir zaman karşılık bulmayacaktır!

İlkler çoğunlukla, icat çıkarmayın, elinizdekilerle yetinin, oturun oturduğunuz yerde gibi karşı çıkmalarla püskürtülmeye çalışılır.

Peşin hükümlü bir yaklaşımla ilk yapılıp denenenlere, burun kıvırmak, karşı çıkmak, geleceğe açılacak kapıların açılmadan kapanmasına neden olur. Hiçbir şeye de faydası yoktur!

O dönemlerde gemi (daha çok ahşap motor) yapımı, bakımı, onarımı denilince akla ilk olarak İstanbul’un Haliç kıyılarındaki Fener Balat Ayvansaray semtleri gelirdi. Tam karşılarındaki Haliç tersanesi ise Osmanlı’dan beri devletin hizmetinde olan görkemli bir tersaneydi.

İşte o zamanlarda ve sonrasında ahşap motor yapım ustası kalfası veya işçisi denilince Kasabanın nahiyesi Alaplı ve köylerinde yaşayan bu işin erbabı kişiler akla gelirdi.

Kasaba zaten bir kıyı kasabası, bir liman kasabasıydı. Limanıyla acentalarıyla madeniyle balığıyla kayıkçılarıyla tarihin eski zamanlarından buyana hep denizle içli dışlı olmuştur.

İşte bundan mıdır yoksa kasabaya fabrikanın gelmesinden sebep midir yıllar sonra Bozhane’de ulu çınarların altında baya azametli modern gemiler yapılmaya başlandı. Bu da bir ilkti.

Lakin kasabada ve birçok yerde benzerlerine rastlanabileceği gibi o yaparsa bende yaparım, bizim ondan neyimiz eksik anlayışı bazı kişilerde çok ağır basmış olmalı ki.

İşi gücü rahatı yerinde, yaşlarını başlarına almış, artık denize bile uzaktan bakanlar, işlerini güçlerini bir tarafa bıraktılar. Hiç vakit kaybetmeden, kimisi balıklama kimisi çivileme bu işlere daldılar.

Daldılar dalmasına da fabrikanın sacını kamyon üzerinden bir başka yerde görmemişlerdi, bugüne kadar ellerine ne kaynak gözlüğünü ne kaynak elektrotunu almışlardı.

Akçakoca rampasının deniz kıyısına, Alaplı Çayının yanına, Çengel Burnuna kadar boş bulunan yerlere kızakları kurdular onun tersanesi bunun gemi yapım yeri tabelalarını astılar, Nakliyecisi Akaryakıt satıcısı osu busu tersane sahibi oldu çıktı.

Çok geçmedi, o nedenle veya bu nedenle olanlar oldu, gemiler kızaklarda kaldı, Denize dikine indirmesi gereken gemiler tersanelerin önünde yan yattı kuma gömüldü, tersaneler hurdalıklara döndü. Büyük çileler çekildi.

İlkler zordur zahmetlidir, çok şeylere gebedir. Her zaman dışarıdan görüldüğü gibi olmayabilir.

Kasabalı “icat çıkarma” sözünü çok kullanır.

İcatların zahmetli olmasından korktuğu için midir? Dertsiz başımızı derde sokma, beceremezsen huzurumuz kaçar düzenimiz bozulur diye midir? Bunları pek bilemem ama ilkler çok önemlidir, icat çıkartmak çok önemlidir, başarılı olursan ne ala, olamazsan maazallah Galileo misali vay haline.

Ülkenin ünlü yazarı düşünce insanı Nurullah Ataç Biz devrim deyince, toplum yaşayışında düşünüşünde bir değişiklik demek istiyoruz demiştir.

Siz yine de bakmayın “icat çıkarma” diyenlere, kasabada yapılan yaşama geçirilen her ilk, kasaba adına yapılan birer devrim olmuştur.

*Nuri Öztürk /Sapanca