Turgay Olcayto

Doğduğum, büyüdüğüm İstanbul’dan ve de severek yaptığım bir işten 15 Ocak 2024’te ayrılmıştım. Bugün tam bir yıldır Antalya’dayım. Bir başka kentte, yapısına, kültürüne, geleneklerine, insanlarına alışmaya çalışıyorum. Kaçış yeri olarak Antalya’yı seçmemde güneşi çok sevmemin de bir etkisi vardı. Karanlığı hiç sevmeyen bir insan olarak İstanbul’un nemli, puslu, alacakaranlık havasından kurtulacağımı sanmıştım. Oysa şimdi görüyorum ki, insan eliyle her gün biraz daha kötüleştirdiğimiz doğa artık mevsimleri de birbirlerine benzetiyor. İnsanları da benzettiği gibi. Bir yıl boyunca eş, dost soruyor Antalya’ya alıştın mı? Yanıtım biraz da felsefi “İnsan dediğin nelere alışmıyor ki; zulme, acıya, ölüme bile…” 

Aslında coğrafyamızın bize sunduğu hemen her bölgede bulundum. Görmediğim pek az kent kaldı. Karadeniz’den, doğudan, güneydoğudan, Ege’den, güneyden ve de Trakya’dan her gittiğim yerde değişik güzellikler gördüm, değişik insanlar tanıdım. Ortak yanları yabancılara karşı gösterdikleri misafirperverlikti, paylaşımcı olmalarıydı. Türkülerini, sevgilerini esirgemeden atıveriyorlardı ortaya. Yıllarca anılarımda yaşattım bu güzellikleri.

Şimdilerde içinde yaşadığım döneme dijital çağ diyenler var. Ülkem baştan sona değişti. Şimdi yeniden o kentlere gitsem, aynı güzellikleri bulabilir miyim, doğrusu bundan pek emin değilim. Artık insanın insanı sevmediği bir ortam yaratıldı siyasetçilerin eliyle. Nefret tohumları saçıldı. Emeğin paspas edildiği, sermayenin sırtının okşandığı bir devirdir içinde bulunduğumuz dönem. Nâzım Hikmet’in bir şiirinde de vurguladığı gibi “Uzun bir süreçten beri gazete manşetleri, radyolar, televizyonlar yalan söylüyor, halkımızı yalan sözlerle, din masallarıyla uyutuyor.” Böyle bir çağdır dijital çağ dedikleri. Ne dersiniz, ben mi karamsar bakıyorum Türkiye’de yaşananlara yoksa benim bulunduğum yerden bakınca mı öyle görülüyor karanlık ve de hep karanlık? Elbette bir gün güneş doğacak. Tan yeri kızıllığıyla bizi uyandıracak. Ve üstümüze kabus gibi çöken bu karanlık yok olup gidecek.

Gezegenimiz her gün biraz daha kan kaybediyor. Kapitalizmin amansız baskısı hemen her ülkede varsıl, yoksul arasındaki makası biraz daha açıyor. Emek insanları uzun yıllar ülkelerine hizmet vermiş emekliler ve de yaşlıların uluslararası sermaye güçlerinin karşısında şimdilerde bir kıymetiharbiyesi kalmadı. Günümüzde devletlerin yaşlılar için yaptıkları ödemeleri bir yük görüp dünyadaki yaşlı kesimi ortadan kaldırmanın çarelerini aradığı bir gerçek. Böylece onlara yapılacak ödemeden kurtulacaklar ve kötüleşen ekonomilerine nefes aldıracaklar. Bunları yazarken zorlanıyorum ama gerçek olduğunu da biliyorum. Kovidi unutmadık. Bakalım bundan sonra emperyalist ülkelerin laboratuvarları neler üretecek! İşin bir başka zorluğu da bu gerçekleri bu çarpık çurpuk eğitim düzeninde çocuklarımıza, torunlarımıza nasıl anlatabileceğiz…

Yazıyı Wolfgang Borchert’in (1921-1947) “Fener, Gece ve Yıldızlar” kitabından bir şiiriyle bağlayalım. Behçet Necatigil’in ustalıklı çevirisiyle daha önce okurlarla da buluşturduğum bu güzel şiiri bir kez daha paylaşıyorum: “Deniz Feneri” 

Deniz feneri olsaydım
gecede, fırtınada
ışıktım balıklara,
vapurlara, kayıklara
ne yazık ki ben kendim
batmak üzere olan bir gemideyim…