Baharı bekliyorduk oysa bahardan önce mart geldi. Biz arınmak, temiz bir soluk almak, badem ağaçlarının çiçek açmasına tanıklık etmek istiyorduk. Mart öyle bir hışımla girdi ki bahar mevsimine ardından da 12 Mart’ın bir türlü zihnimizden gitmeyen kötülüklerini de sürükleyip getirdi. Kim bilir belki de bu yüzden martı bahardan saymamak gerek. Şu anda 12 Mart 1971 günü çok canlı belleğimde. TRT İstanbul Haber Merkezinde 13.00 haberlerini izlemek için radyoyu açtık. Kuvvet komutanlarının bildirisiyle karşılaştık. Pek şaşırtıcı bir olay değildi. Ordudan böyle bir girişim bekleniyordu. Haber Merkezindeki arkadaşlara baktık. Reyman Somer, Oğuz Toktamış ve benim dışımda herkes sevinç içindeydi. Dayanamadık “Ya! Çocuklar darbe oldu, farkındasınız değil mi dedik.” O sevinçli hallerini hiç bırakmadan yanıtladılar: “Bundan sonra çağdaş bir ülke olacağız, beyin takımı geliyor.” Evet, beyin takımı geldi. Ama iktidarları çabuk toparlandı. Sıkıyönetim mahkemeleri kuruldu. Türkiye’nin genç çocukları potansiyel suçlu olarak kovuşturuldu. Gazetelere sansür geldi, kitaplar toplatıldı. Ve biz gazeteciler bu kez sıkıyönetim mahkemelerini izlemeye başladık. Girdiğimiz duruşmalarda Türkiye’nin aydınlık insanlarını sanık sandalyesinde oturur görmek bizi kahrediyordu. Sabahattin Eyüboğlu ve eşi, Vedat Günyol, Azra Erhat, Yaşar Kemal’in eşi Tilda’yı salonda sanık olarak görmek bizi üzdüğü kadar duruşmaları izleyen bazı subayları da rahatsız ediyordu. Yaşar Kemal her gün Selimiye’deydi. Tilda’yı serbest bırakmadıkları için bağırıp çağırıyor, kışlanın koridorlarını inletiyordu. Ama Yaşar Kemal’e dokunmuyorlardı. Çünkü o sıralar Yaşar’ın Nobel adaylarından biri olduğu söylentisi yaygındı. Yaşar Kemal’in koluna giriyor, temiz hava alalım diye dışarı çıkarıyordum. Çay içmeye ya da esnaf lokantasına gidiyorduk. Böyle utanç dolu günler kovaladı birbirini. Şimdi o günleri anımsamak bile istemiyor insan. 12 Mart’ın günümüze taşıdığı 12 Eylül Anayasası da ülkenin en sıkıntılı dönemlerinin birine girmesine sebep oldu.

Şimdilerde dünyada aklı başında herkesin gördüğü kapitalizmin hızla yaygınlaştırdığı ülkelerde zenginler, fakirler diye iki sınıfa ayrıldığını gözlüyoruz. Bugünlerde Amerika Birleşik Devletleri’nde yayımlanan ülke gelişmelerine ilişkin raporda Sudan, Yemen, Suriye, Arjantin’den sonra Türkiye sefil durumdaki ülkeler arasında (Biz ona yoksul diyelim) 5’inci sırayı alıyor. Ama siz siz olun dış mihraklara kulak asmayın. TRT’nin kısasıyla, uzunuyla bütün haber bültenlerini izleyin. O zaman ülkemizin nasıl bir refah içinde yüzdüğünü anlarsınız.

Amacım bahara ilişkin, suya sabuna dokunmayan iç açıcı bir yazı yazmaktı. Ama gelin görün ki, dünyadaki kaos bu tür şeylere fırsat bırakmıyor. Bu aralar şunu da öğrendim. İktidar yanlıları, iletişimciler haberlerde, yorumlarda kaos sözcüğünün kullanılmasından hoşlanmıyorlarmış. Demek ki, hoşlarına gidecek başka bir sözcük bulacağız. Eh! O da bizim işimiz.

Yazıyı Gülten Akın’ın bir şiiriyle bitirmek istiyorum. Şiirin adı “Yürüyüş” biraz hüzünlü de olsa seveceğinizi düşünüyorum.

Eksilenler vardı yanımızdan yöremizden
ne yapabiliriz başka, bilemeden
yürüyoruz arada küçük molalar
ağlıyoruz o sevdiğimizse aşikâr
değilse derine daha derine
acıyla hüzünle yaşla doldurulmuş hazine
açıyoruz arada, giderek uzaklaşma
ah yaş, süreğen saati unutkanlığın
yüzeyde avunma
şaşkın sarkaç çevresi boşalmış anlamsız
biz kalır mıyız