İlyas yatakta debelenip duruyordu tam üç saattir. Gece 12’de yatmıştı annesinin uyarısıyla. Ama tam üç saattir uyuyamıyordu. İnce bıyıkları, ela gözleri, saç dipleri terliyordu. Dönüp duruyordu bir o yana bir bu yana. Hatta bir ara karyolanın ayakucuna koydu başını. Yok olmuyordu, uyuyamıyordu. Yorganı tekmeleyip duruyor sonra yere attığı yorganı alıyor başını yorgana sokuyor, ellerini bacaklarının arasına koyuyor uyumaya çalışıyordu.
Yarın madende çalışmaya başlayacaktı. Saat yedide gelecekti işçi servisi. Şimdi uyusa dört saat bile olmadan uyanmak zorundaydı. Nasıl çalışacaktı madende? Kafasını kurcalayan, onu düşlerinden eden buydu işte. O karanlıkta, o yerin dibinde, çocukken dedesinin anlattığı cehennemi çağrıştıran o yerde nasıl çalışacaktı?
Meslek lisesini bitirince iş aramıştı. Günlerce… Sonra iş bulamayınca askere gitti. Askerden gelince gene başladı iş çığlıkları. Herkese haber saldı. Her kapıya bıraktı avazını. Ama kimse, hiç kimse duymadı sesini. Babası, kendisi de emekli madenci olan babası sıvadı bu kez de kollarını. Tek odaklandığı iş madendi babasının. İlyas orada çalışmak istemediğini söylediyse de dinletemedi babasına. Adam kendinden örnek veriyor, madenciliğin hem vatana hem aileye hizmet olduğunu, kendisi yaptıysa onun da yapabileceğini söylüyordu. “Bekçi Murtaza” gibiydi babası. Görevini savsaklayan herkesle kavga etmişti çalışırken. Sonra İlyas’a madende iş bulmanın yollarını aramaya başladı. Ankara’ya bile gitti eli kolu hediyelerle dolu. Babası her gittiği yere aynı hediyelerle gidiyordu: Kestane balı, ceviz, fındık mevsimine göre bahçesinde yetişen ağaçların meyveleri…
İlyas uyuyamıyordu. Korkuyordu çok korkuyordu madene girmekten. Bırakın orda saatlerce çalışmayı bir girip çıkmayı bile göze alamıyordu. İşe girdiğinde onlara eğitim vermişler, galerileri gezdirmişlerdi. O zaman da çok korkmuştu İlyas. Şimdi işe başlarsa bir daha bırakamayacakmış gibi hissediyor, ömür boyu bir korku tünelinde yaşayacağını düşünüyordu. Günlerdir uzun boyu kısalmış, kolları gücünü kaybetmiş gibi dolanıyordu ortalıkta. Delikanlı adımları yaşlanmış, gözleri ferini yitirmişti. Bir köstebeğe benzetiyordu kendisini. Yer altına girecek, kazacak kazacak, gözleri körelecek, elleriyle hissedecekti bundan sonra her şeyi. Yumruk yaptı ellerini yorganın altında. İstemiyorum baba dedi. İstemiyorum. Neden diye sordu babası defalarca yaptıkları konuşmalarda olduğu gibi. Madenin kirliliğini, işin yoruculuğunu bahane ederdi İlyas babasının nedenine yanıt verirken. Ama şimdi neden diye soran babasına gözlerinde yaşlarla cevap veriyordu. Gecenin dördünde, ay alabildiğine parlakken, yıldızlar ışıl ışılken hayatının en kara gecesinde babasına fısıltıyla cevap veriyordu İlyas. Korkuyorum baba, diyordu korkuyorum.
Pijamasının lastiği belini kesti İlyas’ın. Kalktı, önce tuvalete gitti, sonra alt pijamasını çıkardı. Bu belki beşinci tuvalete gidişiydi bu gece. İşeyip duruyordu. Akşam arkadaşlarıyla içmişlerdi biraz, ondan mıydı acaba? Üstünde pijaması altı çıplak, üşümeye başladı İlyas. Erkekliğinden şüphe duydu. Böyle korkak adam mı olurdu. Köydekiler bir duysa ömür boyu alay ederlerdi kendisiyle. Bir de lakap takarlardı çabucak. Ne korlardı adını? Korkak İlyas mı? Yok yok. Köylüler lakap konusunda her zaman çok yaratıcı olmuşlardır. Belki Tırsak derlerdi ona. Hangi İlyas, diye sorduğunda biri, öteki cevap verirdi, şu bizim Tırsak yok mu….
Nişanlısına bile anlatamamıştı korkusunu. Kızın babası iki yıldır bekletiyordu onları. İşi olmadan ölürüm de vermem kızımı diyordu. İşte şimdi kızı da alabileceklerdi. Ama nasıl girecekti İlyas madene? O karanlık, o kör kuyuya? Madenden çıkan insanları her gördüğünde ürkerdi çocukluğundan beri. Kapkara suratlar, kapkara eller, babaannesinin anlattığı ecinnilere benzemiyorlar mıydı?
İlyas küçükken grizu patlamıştı. Onlarca insan ölmüştü. Babası gündüz vardiyasındaydı, kurtulmuştu gece yarısı olan göçükten. Haberi alır almaz hemen madene koşmuş, günlerce gelmemişti eve adamcağız. Köyleri yarım saat kadar uzaktaydı maden ocağından. Gidememişlerdi onlar işçileri görmeye. Ama göçüğün ikinci günü annesi iki küçüğü İlyas’a emanet etmiş, yanına yiyecek bir şeyler alarak kocasını görmeye gitmişti. Her şeyi anlatmadı annesi onlara dönüşte. Ama anlattıkları yetti İlyas’a. Hep zengin olup babasını o maden denen canavardan kurtarmayı düşleyip durdu. Ama şimdi kendisini de kapacaktı işte o Gulyabani. Ağzından ateş çıkaran ejderha.
İlyas üşüdü, dondu. Saat beş olmuştu. Kalktı pijamasını giydi ve tekrar tuvalete gitti. Öyle susamıştı ki mutfağa girip iki bardak da su içti. Yattı. Titriyordu. Yatak büyümüş büyümüş kocaman olmuştu. İlyas yatağın içinde devler ülkesindeki Gulliver gibiydi. Artık uyumalıydı. İki saat bile olsa uyumalıydı. Gözlerini sımsıkı yumdu. Nişanlısını, gelecek güzel günleri, doğacak çocuklarını düşündü. Yok yok olmuyordu. Korkusu her şeyi kara bir perdeyle bölüyor, görünmez kılıyordu o güzellikleri. Perdenin bu yanında İlyas vardı, titreyen dizleriyle, çarpan kalbiyle, bağrını dolduran oflarla. İlyas vardı perdenin ışık geçirmez bu yanında. Küçülmüş erkekliğiyle, zedelenmiş onuruyla… Bu kadar mı korkardı insan? Bu kadar yüreksiz olunur muydu? Herkesin aslanlar gibi girip çıktığı galerilere İlyas neden giremesindi. Kendisiyle kavgası bitince karar aldı İlyas. Hiç uyumasa bile saatin ziliyle kalkacak, cesur adımlarla gidecek, adam gibi çalışacaktı madende. Bu karar, içini rahatlattı. Uyudu. Yarım saatlik bir uykudan sonra ezan sesiyle uyandı.
Kalktı İlyas. Giyindi. Madenci kıyafetlerini değil. Günlük giysilerini giydi. Annesinin ördüğü siyah kazağı, kadife pantolonunu… Küçük valize birkaç parça eşya koydu. Yavaşça evden çıktı. Nişanlısının evi iki hane ötedeydi. Tek katlı bu yapının arkasına dolanarak kızın yattığı odanın camını tıklattı. Bir yandan da cep telefonuyla arıyordu nişanlısını. Hatice pencereyi açtı, korkulu gözlerle baktı İlyas’a ve elindeki valize. İlyas bir şey söyleyemedi. Sesi çıkmıyordu. Birkaç kez yutkundu. Elini uzattı Hatice’ye doğru. Kız hışımla pencereyi kapatmadan önce tükürdü İlyas’ın suratına. İlyas yere çömeldi. Başını ellerinin arasına aldı. Sessiz gözyaşları döktü toprağa. Ay onu gözlüyordu. Kalk diye bağırdı gökyüzünden. Kalk İlyas, kaç İlyas diye bağırdı Ay Dede. İlyas kalktı. Önce yavaş, sonra hızlı hızlı yürüdü. Ay gideceği yolu gösteriyordu ona. İlyas koşmaya başladı. Koşarak uzaklaştı köyden. Koşarak uzaklaştı nişanlısından, anasından, babasından. Koşarak uzaklaştı eşinden dostundan. Koşarak uzaklaştı madenin karanlığından. Soluğu kesilene kadar koştu. Sonra durdu. Başını çevirdi, arkasına baktı. Gün iyiden iyiye aydınlanmıştı. Sıcak bir gün olacaktı, şimdiden belliydi bu. Sıcak ve aydınlık. Aydınlık, aydınlık, aydınlık bir gün olacaktı. Aydınlık…