Geçmişe dönük sohbetlerde, mevzunun da gelip tam oraya dayandığı anlarda birisi de çıkıp yahu o zamanlar ne zamanlardı be, o dönemler oranın en güzel en şaşalı zamanlarıydı, geçti kardeşim o günler geçti, bir daha geri gelmez dediğinde.
Bazıları konuyu daha da anlamlandırmak, kıvamını biraz daha koyulaştırmak için altın dönemiydi o zamanlar, altın çağını yaşamıştı diye de bir başka ağırlık koyarlar ya.
İşte bunların her biri kısa, öz, anlaşılabilir ve alışılagelmiş doğru benzetmelerdir.
Mesela: Şimdilerde Milletler Kupasını alarak Kadınlar voleybolunda ülkemizi dünyanın bir numarası haline getiren filenin sultanları için bu tabir tam yerine oturmaz mı?
Epey zamandır kulüpler bazında elde edilen başarılar bu altın dönemin yaklaştığının işaretlerini veriyordu. Kadın voleybolcularımız bu sonucu bekleyen halkımızı fazla da bekletmeyerek tüm ülkeyi bir kez daha gururlandırdılar.
Yani altın dönemler dediğimiz zamanların gelişi, herhangi bir şekilde muhakkak kendini belli ediyor.
Tam tersi durumlarda olabiliyor.
Yani geçti o günler geçti, diyenler de çoğu zaman haklı çıkabiliyorlar.
Bu ve benzeri ifadeler bazen bir ülke, olmadı bir bölge veya bir kurum adına söylenebileceği gibi bazen bir kişi özeline kadar da indirilebilir.
Sözü fazla da uzatmadan esas meramımız, kasabanın özeline gelirsek: Öncelik sıralamasının en üstüne sakinliği, sessizliği yerleştiren, kendine yettiği kadarıyla yetinmesini bilen, dertsiz tasasız bir yaşamı benimseyen o zamanın bazı kasabalısına göre fabrikanın kasabaya gelişine kadar olan yıllarının tadı ve hazzı bir başkaydı.
Zaten kısa bir süre sonra da hem dünya, hemde ülke, hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir hızla değişmeye başladı.
Fabrikanın da kasabaya gelmesiyle birlikte, hiçte hazır olmadığımız halde artısına eksisine de pek aldırmadan bu değişime ayak uydurmakta gecikmedik.
Gecikmedik gecikmesine de lakin birçok şeyin de farkına vardığımızda, adına gelişim değişim dedikleri herkesin anlayışına göre farklılık gösteren, kendi kurallarıyla delicesine esen rüzgâr üzerimizden çoktan geçip gitmişti.
Tabi tüm kirini pisini pasını tozunu dumanını üzerimizde bırakmayı da unutmamıştı.
Gri beton aşkımız Kavaklık, Kepez, Yarma gibi o zamanlar kasabanın dışı diyeceğimiz alanlarda başlamıştı.
Kadı Tarlası, Bağlık, Abalı köyü taraflarıyla hızlanan çarpık kentleşme, Kestaneci köyünü de yutup Aktaş Pences altlarına kadar yayılınca, bu hırsın, bu aç gözlülüğün, görüntü istismarının tacizine, hayasızlığına ne Kirmanlı Mahallesi ne Murtaza mahallesi ayak direyebildi.
Kasaba yetmişli yılların sonuna kadar her açıdan oldukça mutluydu keyifliydi.
Kendi kendine yetmekte zorlanmıyordu.
Mesela Uzun Çarşıdaki Çaştaban’ların binasının üçüncü katındaki kasabanın tek noteri, kısacık boylu Mehmet Bey’in yanında çalışan, ablasından sonra da görevi devir alan Topal Cemalin oğlu, aynı zamanda vekili de olan Rahmetli Nizamettin ve gözlük camlarının kalınlığı bir araba camının kalınlığı kadar olan diğer çalışanı Yavuz ile birlikte kasabanın tüm işlerini çok rahat bir şekilde görebiliyorlardı.
Şimdilerde noterlerin sayısı beşe ulaşmış, buna rağmen işlere yetişmekte zorlanıyorlarmış. İcra dairesi sayısında bile artış olmuş.
Kasabalı, çarşının içerisindeki üç dört tekel bayisi, bir o kadar da fırını ve gıda toptancısı ile mahallelerdeki bakkallarıyla her türlü ihtiyacını çok rahat giderebiliyordu.
Dert tasa pek yoktu da geçim sıkıntısı denilen şeye de kasabalının lugatında pek rastlanmazdı.
Şaşalı, albenili, bol reklamlı, günlerce de süren geceleri acayip sesler, ışıklar çıkartarak gökyüzünü şaşkına çeviren, kuşların, sokak hayvanlarının korkudan yüreklerini ağızlarına getiren utanılası havai fişek aymazlıkları ile de taçlandırılan festivalimiz yoktu ama, şimdilerde sahip çıkamadığımız yağlı direğimiz de vardı hıdrellezimiz de vardı. Bey Çayırında yağlı güreşlerimiz de olurdu, yaz aylarında lunaparklar da gelirdi.
Kapılarımızın önünde çeşit çeşit arabalar yoktu, ellerimizde dünyada ne olup bittiğinden anında haberdar olduğumuz cep telefonlarımızda yoktu.
O yoktu bu yoktu da şöyle muhabbetler de hiç yapılmazdı.
Kışla tarafında bir işim vardı bir saat orada kaldım genzimde bir yanma başladı hala yanıyor.
Yahu birader bu sene Palamut çıktı ama ne lüferi nede Hamsi’ yi görebildik.
Pazarda mevsimine zamanına göre her köyden taze taze gelen meyve sebze bulunduğu gibi, denizden de dönemine göre her çeşit balık çıkardı.
Öyle veya böyle bu günlere kadar geldik.
Bu aralar yerel gazetelere, saman alevi misali parlayıp sönen kasabanın il olma gayretlerinin, çabalarının haberleri yansıyor. Söz söyleme fırsatını bulan herkes ipin bir tarafından tutmaya çalışıyor.
Her ne kadar sınırlı sayıda kişinin katıldığı, ahalinin pek ilgi göstermediği toplantılarla heyecan ayakta tutulmaya çalışılıyor olsa da bu mesele kasabalının pek umurunda değil gibi.
Toplantılarda konuşulanları, talepleri yerel gazeteciler gazeteleri aracılığıyla ahaliye ulaştırmaya çalışıyorlar, sağ olsunlar böylece bizlerde haberdar olup yeni yeni bilgilerle donanıyoruz, yeni gelişmeleri öğrenip mutlu oluyoruz.
Güneşin vaat ve umut burcuna girdiğini söyleyebiliriz,
Mesela,
İl olunca kasabaya valilik gelecekmiş! Kasabanın kendi milletvekilleri olacakmış!
İl olunca kasabamıza ulaşım daha da kolaylaşacakmış! Bağımsız bir üniversitemiz olacakmış! Hatta Düzce ile kasaba arasına bir havalimanı bile kurulabilecekmiş!
Dikkatli olmak lazım.
Yakın zamanda, kendi içimizde denize mi yoksa karaya mı yapalım diye bir cami işini aylarca çözememiştik ya, şimdi de havaalanının yeri orası mı olsun yoksa burası mı olsun diye Düzce ahalisiyle papaz olmayalım!
Konuşmalar güzel. Beklenti büyük. Verilen her söz, kayıtlara geçen her vaat kasabalıyı heyecanlandırıyor.
Lakin kasabalı da aklını kurcalayan bazı şeylerin, il olunca ne şekilde çözüleceğinin cevabını duymak istiyor.
Mesela bol vaatli toplantılarda bir muhterem konuşmacı da çıkıp: fabrikanın daha çok para kazanmak, çok daha fazla kar etmek için vede enerji harcamasını azaltmak adına toz tutucularını kapattığını, çalıştırmadığını söyleyip bundan sebep kasabanın havasını suyunu denizini zehirlediğini resimler eşliğinde de göstererek il olunca buna nasıl çare bulunacağını sorabilseydi.
Tüm kasabalı gibi herkeste biliyor, Belediye Reisi de yıllardır haykırıyor isyan ediyor.
Diyor ki kasabanın fabrikası kasabadan hep alıyor, hiç vermiyor, bunu da her ortamda belgeleriyle birlikte gözüne gözüne misali ortaya koyuyor.
Bu toplantılar, kasabalı adına bir olup birlik olup bu haklı taleplere destek vermenin tam yeri değil mi?
Hatta bir kişi, tarihi ve hangisi olduğu fark etmeksizin bir yerel gazeteyi eline alarak, trafik yoğunluğundan, cehaletten, rutin hale gelip olağanlaşan trafik kazalarının, uyuşturucu olaylarının, silahlı kavgaların Valilik gelince manşetlerde daha az yer alması, azalması için ne düşünüldüğü bir soruverseydi.
İl olunca nüfus sayısı da araç sayısı da daha çok artmayacak mı?
Bu aralar bol bol verilen vaatlerin ileriye dönük umut haberlerinin ardı arkası hiç kesilmiyor.
Kandilli içinde bazı olumlu! gelişmelerin olduğunu bazı çalışmaların yapıldığını sevinçle heyecanla büyük bir mutlulukla öğreniyoruz.
Ellilerden başlayıp yetmişli yılların ortalarına kadar olan zaman diliminde yani o yıllar içerisinde yaşayanlarına, çalışanlarına olduğu kadar dışarıdan gelen konuklarına da mutluluk veren hayranlık uyandıran unutulmaz bir yaşam sunmuştu Kandilli.
Adı Karaelmastı ama ülke için Altın değerindeydi.
O dönemleri bilenler o altın yılların yaşanmasında payı olanlar kendilerine ait bu özel kültürünün oluşmasına, büyüğünden küçüğüne katkı koyanlar, bu yılların önemine büyük bir özlemle dikkat çekerler, bu konu hakkında söylenen her bir kelam alelade, sıradan, boşu boşuna laf ola beri gele mealinde söylenmiş laflar değildir.
Bu kültürün ve yaşam biçiminin sınırları bile belliydi, yazılmamış olsa bile kuralları yasaları vardı.
Tam anlamıyla çok rafine çok ayrıcalıklı imrenilesi bir yerdi. O dönemler ne yazık ki bir daha geri gelmeyecek. Ne acıdır ki o yaşam ve kültür devam ettirilemedi, etmesine müsaade edilmedi, yaşandı ve bitti.
Bu özel yaşamın, bu özel kültürünün yolculuğu, Varagelle inilen kızlı erkekli denize girilen, hoş sohbetlerin yapıldığı eğlenceli, kumu olmayan, bol dalgalı, bol çakıllı plaj ile az ilerisinden tünelle geçilerek ulaşılan, üretimin hazzının sevincinin bir başka heyecanla yaşandığı on yediden başlardı.
On yediden başlayıp da Aşağı Kandillinin vakti zamanındaki okullarını, lojmanlarını, ekonomasını, kasaphanesini, marangozhanesini, kültür parkını, içindeki lokalini de içine alıp kimi zaman asfalt yol boyunca kimi zaman merdivenlerinden çıkarak soluksuz Tepebaşına kadar devam ederdi.
Durmazdı, soluklanmaya bile ihtiyaç duymazdı,
Heykelin oradan camiye kadar gidip geri dönerdi. Az yukarıdaki okullara, zaman zaman değil çoğu zaman futbol sahasına uğrar, orada uzun uzun vakit geçirirdi.
Yolculuğunu, her daim pırıl pırıl, geceleri ışıl ışıl olan beton yol boyunca parkı, sinemayı, lokali, sağlı sollu güzelim evlerin arasından geçerek, Rat semtindeki son eve kadar devam ettirirdi.
Yakınlarında Helvacı gölü vardı, Geyik Beli vardı deseniz de onlar bu alanın yakınında da olsalar oldukça dışında kalırlardı. Pazaryerini bile bu kültüre dahil etmek hem yanlış olur, hemde hakkaniyete pek sığmaz.
Kuralı, kendine has yasaları vardır demiştik ya,
Sinemaya bitişik binanın alt katındaki kendilerine ayrılan yerlerinde Hanımefendilerin, üst kattaki lokallerinde Beyefendilerin aperatifler eşliğinde çeşitli iskambil oyunları oynamaları, haftanın en az iki üç akşamı sinemaya gitmeleri, akşam ve gündüz ev gezmeleri, akşam yürüyüşleri bu yaşamın ilk akla gelen rutin aktiviteleridir.
Heyecanından ve canlılığından hiçbir şey kaybetmeden gündüzünün ve akşamının aynı konforda yaşandığı özel bir yerdi o zamanki Kandilli.
Geçti o zamanlar geçti, o altın yıllar geri gelmez diyenleri birileri duymuş olmalı ki Kandilliyi kurtarma işine Varagel’i faaliyete geçirerek başlamak istiyorlar.
Sanırım bu olumlu gelişmeler Kandilli sevdalılarını çok heyecanlandırmıştır.
Gerçi yakın zamanda bu sevdalılar bas bas bağırmışlardı, baş vurmadık bir makam, kapısını çalmadık bir yetkili bırakmamışlardı.
Varagel bir tarihtir, buranın korunması lazım, hırsızlar buraları talan ediyor, çalmadık bir şey bırakmadılar, kamyon dayadılar, vinç yanaştırdılar herşeyi çalıyorlar, tarihi çalıyorlar tarihi, hiç mi görmüyorsunuz, demişlerdi de ne gören nede duyan olmuştu.
Bu feryadı görmeyenler duymayanlar Kandilliyi kurtarma işine önce Rat da bulunan bir iki viraneyi satmakla başlayacaklardı ki ihale dosyasındaki evrak eksikliği veya benzeri bir yanlışlıkla o iş olmadı!
Kandilli’ yi kurtarmaya bu uçtan başlayamadık, bari diğer uçtan deneyelim kararında mutabık kalmış olmalılar ki diğer uca, on yedi ye geçmişler. Varagel’i çalıştırıp ziyaretçileri deniz kenarına indirip çıkartacaklarmış.
Gerçi hiç bahsedilmiyorlar ama herhalde heykelden varagele kadar olan aşağı Kandillinin tabiat görünüşü muhteşem yolunu da yapacaklardır, elektrik direklerini de dikecekledir, aydınlatma işini de çözeceklerdir.
Zaten milletin vekili de asillere söz vermiş.
Kasabadan önce Kandilli vardı demiş, (Ben bunu anlayamadım ya neyse). Kandilli benim dönemimde ayağa kalkacak, birçok projeyi ben hayata geçireceğim demiş.
Yakında burası için ayrılan bütçeyi de açıklayacaklardır. İş bu sefer ciddiye benziyor!
Kasaba için il olmanın heyecanı, Kandilli için eski günlere dönmenin beklentisi, tabiri caiz ise tavan yapmış durumda.
Sevabı da vebali de beklentiyi yaratanların üzerinde olsun.
Nuri ÖZTÜRK/Sapanca