Ayın belli günlerinde bu işi yapmak zorundaydılar. Ayrıca her geçen ay, zarf sayısı da sayılan para miktarı da azalmıyordu aksine çoğalıyordu. Ücretlerin bankalara yatırılıp, kartvizit benzeri akıllı kartlar marifetiyle veya ellerdeki telefonlardan hesaplardaki paralara hükmetmeye, onları oradan oraya aktarmaya daha uzun yıllar vardı.
80’li yıllara henüz girilmemişti ama yetmişli yılların yarısı geçilmişti. Kasabanın fabrikasında çalışan işçilerin ücretleri, çalıştıkları iş yerlerinde, yani çalışılan yer neredeyse veya oraya en yakın birimde zarflar içerisinde imza karşılığı elden veriliyordu, sanıyorum Kandilli ’de çalışanların ücretleri de puantajlarıyla birlikte zarfların içerisinde elden ödeniyordu.
Armutçuk ’ta ödenen ücretlerin fiilen muhasebe bürosuna veya vezneye nasıl getirildiğini bilmiyorum ama, o dönemlerde kasabanın fabrikası çalışanlarına nakit ödeyeceği ücretleri nasıl temin ettiğini gayet iyi biliyorum.
Ülke de kasaba da 71 askeri darbesinin izlerinden kurtulmaya çalışıyordu. Kasabanın bazı gençleri de epeyce bir zamandır seslerini yüksek perdeden çıkartmaya başlamışlardı. Yeni köklü kalıcı değişimlerden söz ediyorlardı.
Kasabada geçmişten buyana siyasete yön veren klişe kişiliklere sorarsanız böyle bir değişime hiç gerek yoktu. Çünkü onlar kendi karakter anayasalarının ilk maddesine koydukları gelen ağam giden paşam, gemini yüzdürmene bak anlayışına sadık hareket ederlerdi.
Ne iktidarlar ne siyasi dönemler gelip geçmişti de kasabanın siyasi kodamanlarının, ağa kalıntılarının kasabadaki siyasi iktidarlarda hiçbir değişiklik olmamıştı. İktidarlarını kimseye kaptırmadan bugüne kadar gelmişlerdi.
Aslında birkaç sene önce olanlar olmaya başlamıştı da onlar bunun pek farkında varamamışlardı. Belki varmışlardı da gençlik hevesidir çabuk bıkarlar, vazgeçerler anlayışıyla olanları görmezden duymazdan gelmişlerdi.
Ülke genelinde başlayan gelişmelere biraz da başkaldırıya kayıtsız kalmayan kasabanın aydın ve sorumluluk sahibi deli fişek gençleri bir araya gelmişlerdi. Kıvılcıma da uymuşlar ateşi yakmışlardı. Kasabada çoğu kimsenin alışık olmadığı anlam da veremedikleri bir şeyler olmaya başlamıştı.
Bakın neler olmuştu: Dedik ya kıvılcım ateşi yakmıştı, çarşıda kanı kaynayan ne kadar delikanlı varsa köftecisi, muhasebe yamağı, bakkalı, tekel bayisi, elektrikçisi, kırtasiyecisi, oto parça satıcısı vs.si hepsi bir araya gelmişti. Fabrikada çalışıp ta bunu duyan kasabanın uşakları la biz adam değil miyiz bize yer yokmu demişler, hemen takımın açık mevkilerindeki yerlerini almışlardı. Sıra en önemli mevkie gelmişti.
Bant kimin koluna takılacaktı.
Madem iş kaptana geldi, olmuşken okumuş veya okuyan birisi olsun da şeker gibi tadından yenmesin demişler, onu da hemen bulmuşlardı.
Takım kurulmuştu, üzerinden biraz zaman da geçmişti, sıkı antrenmanlar, yorucu idmanlar sonrası takım istenilen forma ulaşmıştı. Eleme maçları başarıyla geçilmiş sıra final maçına gelmişti. Önemli bir maçtı, yerel yönetimin değiştirilmesi için oynayacaklardı.
Rakip yani mevcut Reis kemikli birisiydi, partisine bile posta koymuş bağımsız olarak girdiği seçimi bile süpürüp almıştı.
Gençler bunu da pek iplememişlerdi, ne de olsa kıvılcımın tutuşturduğu ateş iyice harlanmıştı.
İnanmışlardı, sahanın her yerine bastılar, terleriyle formalarını sırılsıklam ıslattılar, net bir galibiyetle 73 yılındaki yerel seçimleri kazandılar. Yerel yönetimde yaptırılan bu değişim, anlayanlar için ülkede ve kasabada birçok yeni gelişimin değişimin habercisiydi.
Aslında kasabanın gençleri, ağa artığı, paşa özentisi, son kullanım tarihi dolmuş modası geçmiş kodaman takımına, siz artık bu işlerden uzaklaşın, köşenize çekilin sesinizi de kesin demişlerdi de Un Pazarından Yalı Caddesine, Kaneri Ağzından Pazaryerine kadar yıllar yılı oturduğu yerden kalkmadan, kasabanın siyasetini yöneten bu tayfanın kurtları kuzuya dönmüş talimatlara da harfiyen uymuşlardı.
Günler aylar seneler çabuk geçiyordu.
Birileri her on yılda bir yapılmalı’ yı kafasına fena takmıştı. İkisini halletmişler, üçüncüsü için gün saymaya başlamışlardı.
Kara bulutların ülkenin üzerine nasıl çekildiğini, ülkenin üzerine nasıl konuşlandırıldığını, her gün işçiymiş, öğrenciymiş, sivil halkmış, siyasetçiymiş hiçbir ayrım gözetmeksizin onlarca insanın nasıl öldüğünü, öldürüldüğünü o dönemleri yaşayanlar yaşı tutanlar çok iyi hatırlıyordur da bilmeyenlerde bir şekilde öğrenmişlerdir!
Ülke koşar adım 80 askeri darbesine gidiyordu daha doğrusu götürülüyordu.
Kumanda odasında oturup, geminin dümenini tutanlar, sonralarda etkili ve yetkili olacaklar, zamanı geldiğinde bu yaşananların nedenlerini elbette açıklayacaklardı ülkenin bekası için tepsinin altının kızarmasını bekliyorlardı!
Sonra ne mi olacaktı: Askeri darbe yapılacaktı, partiler kapatılacaktı, binlerce işçi öğrenci sendikacı sivil vatandaş tutuklanacak, cezaevlerine tıkılacaktı.
Ülke, tarihinde eşi benzeri görülmemiş veya geçmişteki örneklerine taş çıkartacak, rahmet okutacak kadar acımasız, sancılı günlere girilecekti.
Yurt dışına kaçabilenler yerlerinden yurtlarından olacaklar, tutuklananlar yıllarca zindanlarda tutsak edileceklerdi.
Bazıları da beslenmeyecekler asılacaklardı. Şartların biraz daha oluşması için de epeyce ölümlere ihtiyaç vardı.
Yahu kardeşim, bir günde bütün ölümler bitti, olaylar bıçakla kesilmiş gibi durdu, bu önlemler daha evvel alınsaydı olmaz mıydı diye saf saf, enayice sanki başka bir ülkede yaşıyorlarmış gibi soranlar bile olmuştu.
Neyse ki darbenin başına konuşlandırılan, Picasso’dan daha iyi resim yapabileceğine bile inanan, Gıcımın Tasin’in ressamı, omzu kalabalık efendi abi ahalinin merakını gidermekte çok gecikmedi.
Şartların oluşmasını bekledik.
Aslında o zamanlarda bizi yönetmesi için oy verdiklerimiz çok samimi çok içten insanlardı, zaman zaman da bunu açık yüreklilikle kamuoyuna ilan etmekten kaçınmazlardı! Bu durumlarda necip ahalimizde mutlu olur, avuçları patlarcasına bu vatansever! kişileri alkışlardı. Hatırlayanlar olacaktır, o dönemlerde dünyanın en büyük bankasında devşirilip getirildikten sonra iktidarı teslim ettiğimiz bir parti başkanı halkımıza ben seçimden önce zam yapacak kadar enayi miyim? demişti de halkımız da ne sevimli ne tonton amca diye bir kez daha bağrına basmıştı.
Bankanın açıldığı zamanlarda, karşısındaki Ağa camisinin altında henüz hamallar kahvesi vardı. Oldukça büyüktü, kış aylarında fıçıdan bozma güldür güldür yanan kocaman bir odun sobası vardı.
Bankanın yanında kasaba’ nın sevilen ve erken yaşta yaşama veda eden evlatlarından “Şişko Temel’in” babası “Köfteci Hasan’ın” köfteci dükkânı vardı. Kasabanın iki eczanesinden biri olan Doktor Dündar’ın eşi Süheyla Hanımın Eczanesi de yan tarafta ki Çöğendezler’in binasındaydı.
Az ileride Alaattin’in Hoca’nın kolonyacı dükkânının yanında Noter Ahmet Bey damga pulu satardı.
Hatta sonralarda Vakıflar Bankasının açılacağı Mıslıcılar’ın Ahmet Bey’in binasının alt katında damadı Cin Ali muhasebe ofisinde yardımcısı Maça ile birlikte çalışırdı.
Uzun yıllar kasaba ki banka sayısı üç tane ile sınırlı kaldı.
Zaten fazlasına da gerek yoktu. Banka ile işi olanların sayısını saymaya bir elin parmakları bile fazla gelirdi. Ne zamanki kasabanın fabrikası açıldı, peşinden de bankalar kasabada şubelerini açma yarışına girdiler, tek tek değil ikişer üçer gelmeye başladılar.
Kasabada yeni açılan bankalar müşteri çekebilmek, mevduat toplayabilmek için insanların peşinde koşardı, hele hele paralarını yurda getiren kasabanın Almancılarının köylerine geldiklerinde kapılarını ilk çalanlar bankacılar olurdu.
İşte bu banka da ilk açıldığında kasaba da mevduat toplayabilmek için özel bir çekiliş düzenlemişti, çekilen kura sunucu İstanbul Kadıköy de bir apartman dairesi çarşı esnaflarından Terzi Şeref’in kardeşi Celal Yazıcı’ya çıkmıştı.
Kasabalıya gün gelecek geçimini sağlamak için banka kapılarında kredi sırasına gireceksin deselerdi kimse inanmaz güler geçerdi. Zaten kasabalının buna ihtiyacı yoktu. Fabrika olmadı maden ocakları iş için kapılarına gelen hiç kimseyi geri çevirmezdi.
Banka, sonralarda daha büyük bir yer olan Belediyenin yanındaki binanın alt katına taşındı. Üst katlarında Şehir Kulübü vardı, Kasabanın Futbol takımının lokali vardı.
Bankanın karşısında çok şık, çok afili, pırıl pırıl alüminyum jantlı, kanatlı kanatsız, koldan vitesli yollarda giderken şahane süspansiyonlarıyla yaylım yaylım yaylanan çoğunlukla Playmount, Chovrolet marka otomobilleri olan Güven Taksi Durağı vardı.
Bankalar için kasabanın fabrikasının çalıştığı bir banka olabilmek, onun para trafiğinde yer alabilmek o günde, bugünde çok önemlidir. Bankaların kasabada şube açmak için ardı ardına sıraya girmelerinin ilk ve tek sebebi de budur.
İşte kasabanın fabrikası da çalışanlarına ödeyeceği ücretler için paranın nakit temin edilme işini bu bankalara yaptırıyordu.
Bankada çalışan abisi ya sen ne zaman okula gideceksin, boykotmuş oymuş buymuş, siz ne zaman okula gideceksiniz de ne öğreneceksiniz ya, Hiç hesap ettiniz mi ne kadar okula gittiniz ne kadar boykot yaptınız?
Madem okula gidemiyorsun, yarın sabah arabayla gel guruba gidelim dedi.
Gurubun bankacılık dilinde ne anlama geldiğini biliyordu. Bir yerden bir yere oldukça yüksek miktarda para getirip götürmeye bankacılar gurup adını veriyorlardı. Anlaşılan fabrikanın işçilerine dağıtacağı ücretlerin bir kısmını bu ay bu banka temin edecekti.
Karşıdaki taksilere ne oldu, siz hep duraktan biriyle gider gelirdiniz,,, yanınıza da polis alırdınız yarın nasıl olacak o iş diye sordu.
Müslüm Abinin işi varmış, polis işi uzun prosedür, sen onu bunu boş ver, kim bilecek bizim para taşıdığımızı, sen yarın sabah sekiz gibi bankaya gel, gider alıp geliriz dedi. Zaten kasaba takımının maçını izlemek için sık sık bir yerlere gidip gelmiyorlar mıydı?
Sabah konuştukları saatte bankanın önüne geldiğinde, bankacı abisinin büyükçe bir iki valiz, birkaç çanta ile kendisini beklediğini gördü. Valizleri çantaları arabaya gelişigüzel koydular. Vilayete gideceklerini sanıyordu.
Adapazarı’na gideceğiz, parayı Bölge Müdürlüğü temin etmiş, oradan alıp geleceğiz dedi. Akçakoca Düzce Hendek üzerinden yani bildiğimiz E-5 karayolu üzerinden Adapazarı’ndaki bölge Müdürlüğüne güle oynaya sohbet ede ede geldiler.
Banka görevlileri paraları valizlere, çantalara yerleştirdi. Valizler bagaja çantalar arka koltuğa konuldu, parayı teslim etme, teslim alma evrakları düzenlendi imzalandı. Güle güle, iyi yolculuklar temennileriyle uğurlandılar.
Dönüşü Karasu Kocaali Akçakoca üzerinden, sahilden yapalım dedi, Abi, bizi takip ettilerse, böylece atlatmış mı olacağız diye cevaplayınca oldukça güldüler.
Taşıdıkları onca paranın güvenliği bir yana, insanların can güvenliği için arabalarda emniyet kemerlerinin bile olmadığı zamanlardı.
Karasu yoluna çıktıklarında abisi, sen şimdi bu çok ölümlü karanlık günlerde öğrencilerin savaş alanı denilen, İstanbul’un Beyazıt’ın da Üniversite de okuyorsun ya,,, her gün kavganın karmaşanın içinde okula gidip geliyorsun ya...
Lafın sonu nereye dayanacak diye merak ediyordu.
Herhalde kendini nasıl koruyacağını biraz öğrenmişsindir dedi.
Biraz durdu, soluklandı.
Sonra döndü işte sen kendini korumayı kollamayı oralara bırak... Ola ki haber aldılar bizi takip ettiler arabayı çevirdiler, hiçbir şekilde itiraz yok,,, direnmek yok,,, hatta isterlerse paraları taşımalarına bile yardım edeceğiz! dedi.
Biraz şaka biraz da şaşkınlıkla abi sen ne diyorsun ya, basar gideriz bizi göremezler bile demesine kalmadı.
Çok ciddi, çok kararlı ses tonuyla sakın ha sakın,,, delilik yok,,, sen okumadın mı ya, daha dün Hürriyet manşet atmış” soyulmadık banka kalmadı” yazmamış mıydı?
Sen bankalardan çalınan o paraları, gitti gider mi sanıyorsun, o paralar da bizim arabada taşıdığımız para da hepsi son kuruşuna kadar sigortalanıyor, görmedin mi Adapazarı’nda ne kadar çok evrak imzaladım, paraları nasıl sigortaladılar.
Para giderse geri gelir, sen ben gidersek gittiğimizle kalırız dedi sustu etrafı seyretmeye daldı.
Darbe şartlarının oluşması için cinayetler de soygunlar da sıradan olaylar haline getirilmişti.
O gün yaptıkları işin anlamsız bir cesaret mi, yoksa cehalet mi olduğunu hala merak ederler.
Nuri Öztürk /Sapanca