Konuşa konuşa İskele camisinin arka karşısındaki Ispartalı Mustafa’nın halı satmaya başladığı mağazasının önüne kadar geldiler. Kasım ayına girmeye üç beş gün kalmıştı ama yazdan kalma günler yaşanıyordu.
Bu sene pastırma yazı epeyce uzamışa benziyordu.
Müşterisi olan esnaflar dükkânlarının içinde onlarla ilgilenip onların işlerini görürken, diğerleri havanın güzelliğinden sebep dükkanlarının önünde vakit geçirip gelen geçenle laflıyorlardı. Güneşli günlerin sonu yaklaşıyordu yakında havalar soğumaya başlayacaktı.
Gazeteci Melih’in dükkanının kapısında durdu, içeriye girmeden sordu İlker geldi mi İlker.
Cevabını beklemeden burdadır dediler, o şimdi ordadır dediler dedi.
Melih, içeride bir şeylerle uğraşıyordu başını kaldırmadan sordu hangisi?
İşe gitti o işe, 16-24 çalışıyo diyerek başından savmaya çalıştı.
O değil be avukat olan avukat,
Melih yine sordu ya hangisi, Öncel mi, Tolga mı?
Ya gözlüklü olanı be
La ikiside gözlüklü ya onların.
Ceplerde telefon mu vardı, birisini bulmak isterseniz ona buna sorarak, bir yerlere haber bırakarak bulabiliyordunuz.
Melih’in dükkanının önü, çarşıdaki muhabbetlerin ayak üstü sohbetlerin yapıldığı, aradığınız birisini bulmak için sorabileceğiniz haber bırakabileceğiniz yerlerden yalnızca birisiydi. Kasabanın evlatlarından üç İlker’i de kasabanın diğer gençlerini de her zaman orada laflarken görmek mümkündü.
Sen bu Ispartalının kasabaya geldiği zamanı hatırlar mısın? dedi.
Bilmez miyim ya,,, o kasabaya ilk geldiğinde bu işi yapmazdı ki. Çadırda ayakkabı satardı, bak kasabalıya kendini sevdirdi, işi de büyüttü diye cevapladı.
Çimenoğlu’nun az ilerisinde Cöbeğin binasına doğru Terzi İbrahim’in dükkanının yanında, Çaştaban Fikri’nin dükkanının karşısında bir boşluk vardı. Yıkılan bir bina mı vardı yoksa orası hep boş muydu tam bilmiyorum ama, o boşluğun üzerine bir branda çekmişti, altını kapısız bacasız dükkân haline getirmişlerdi. Uzun zaman orada ticaret yaptı. Ayakkabı aldı sattı.
O zamanlarda çarşı içerisinde çadır benzeri yerlerde ticaret yapanlar vardı. Öyle haftanın belli günlerinde açılıp kapanan çadırlar gibi değilde, sabit işyeri benzeri ticaret yapılan yerlerdi. Akşamları malların üzerine naylonlar çekilirdi birkaç yerinden iplerle bağlanırdı. Geceleri çarşıda bekçiler gezerdi pek öyle hırsızlık olaylarına da rastlanmazdı.
Fabrika kurulmuştu da yeni ek tesislerle büyümeye çalışıyordu. Fabrikanın büyümesi ve gelişmesine paralel olarak kasaba ve kasabalının da değişmeye başladığı yeni görünümlerle tanıştığı zamanlardı.
Kasabaya her gelen fabrikada çalışmak için gelmiyordu. Esnaflık tüccarlık serbest ticaret yapmak için gelenlerde vardı.
Kasabalı çadırda yapılan ticaret deyince ilk önce İtfaiye ’ye veya Bey Çayırına giden yolun başındaki Manav Derviş’in kocaman çadırını hatırlar. Sözü edilmezse söylenmezse yazının tamamını yok sayar ki haksız da sayılmaz.
Hamam arasında Okkalının dükkanının karşısında Anamur Hüseyin’in de çadırı vardı, o da orada manavlık yapardı.
Anamur Hüseyin, manavlıktı kavundu karpuzdu derken sonralarda Uzun Çarşının Kaneri Ağzı girişinde yine çadır benzeri bir yerde kasabada bir ilk olabilir ikinci el ev eşyası alım satımına kadar işi ilerletti.
Memleket eczanesine yaklaşıp köşesinden dönerken, gülmeye başladı.
Manav Derviş, Manav Anamur Hüseyin diye diye bak tam yerine geldik dedi.
Memleket Eczanesinin yanındaki Dayı kırtasiyenin kapısının önünde Mancar ile Sarımsak hararetli hararetli konuşuyorlardı. Dayı Dursun müşteri geldikçe dükkâna giriyor müşterisi gidince onların sohbetine katılıyordu.
Aile kasabalı değildi ama birçok kasabalıdan daha fazla kasabalı olmuşlardı. Yanılmıyorsam çok önceki zamanlarda Ordu tarafından kasabaya gelip yerleşmişlerdi. Ailecek yıllarca kasabanın en önemli pastanesi Dayı Pastanesini işlettiler. Şimdilerde pastaneyi kapatmışlardı. Kırtasiyecilik yapıyorlardı.
Gazeteci Melih’in dükkânı gibi burası da pastane zamanından kalma alışkanlıktan olmalı kasabalının ayak üstü sohbet ettiği yerlerden, gençlerin önemli duraklarındandı.
Yanlarına doğru yürüyüp selam verip sohbete katıldılar.
Mancar sordu, ya bu hafta Kilimli mi geliyo, Kozlu mu?
İkiside değil Üzülmez geliyor dediler.
Sarımsak, ya bu saatten sonra kim gelirse gelsin fark etmez dedi.
Kasabanın, kasabalıya göre olmazsa olmazı, futbol rekabetinde hava değişmişti. Kurulduktan sonra yalnızca kasabanın değil vilayetin vede çevrenin en kuvvetli en itibarlı futbol takımı yani fabrikanın takımı eski gücünden uzaklaşmış yerini kasabanın takımı almıştı.
Yeni kral kasabanın takımıydı.
Kasabalı mutluydu, takımı kasabasına seri şampiyonluklar yaşatıyordu. Fabrika takımından bile kasabanın takımına oyuncu geçişleri olmuştu. Fabrikanın takımı adeta profesyonel oyunculardan kurulu profesyonel bir futbol takımı görünümündeyken, kasabanın takımı tam bir amatör ruhla mücadele ediyordu. Fabrikanın takımı ne kadar başarılı olursa olsun kasabada heyecan yaratmıyordu, kasabanın takımı gibi maçlarında kasabalının desteğini arkasına alamıyordu.
Kasabanın takımının oyuncuları çarşıda el üstünde tutulurlardı, öyle ki kasabanın lokantacılık yapan esnafı futbolculardan yemek parası bile almazdı.
Fabrika takımının futbolcularının yaşantıları, elleri soğuk suya değmiyor tabirini kıskandırır cinsten olurken, sıcacık lojmanlarında yaşarlarken, kasaba takımının bazı yabancı oyuncuları Belediye sinemasının arkasında kimsenin de bilmediği küçücük bir göz odalı yerde yatıp kalkarlardı. Amatörlüğün en samimi en çileli gerçeğini yaşarlardı.
Yanlarına doğru gelen otomobile el etti durdurdu.
Nereye gideyon dedi, Kışla ’ya cevabını alınca, bekle geleyom dedi.
Oradakilere döndü hadi ben gideyom dedi.
Arabaya binip gitmişti ki Sarımsak, bu kendisine Mancar denilmesine bazen kızıyo dedi.
Dükkandaki müşterisini gönderen Dayı Dursun avucuna sıkıştırdığı kuruyemişlerle tekrar yanlarına geldi, konuşulanları duymuştu. Adam haklı Mancar da neymiş ya, öyle lakap mı olur canım, adam haklı çok haklı dedi.
Şimdi mi aklı başına gelmiş hem onun adı ne ki, lakabıyla tanınmak kötü bir şey mi ya? dediler.
Dayı Dursun yeni gelen müşterisiyle tekrar dükkanına girerken hem gülüyor hem de öyle lakap mı olurmuş canım demeye devam ediyordu.
Eee bunun kardeşinin lakabı da General, sana da kimisi Sarımsak kimisi de Sarma diyo sen kızıyor musun? Diye sordular.
La ne kızacam ya, bu yaşa kadar böyle gelmişim bundan sonra değişse ne olacak, değişmese ne olacak.
Ben dün Gütte Paşaya gittim, adamın lakabı bu değil mi? adını kim biliyor onun?
Sohbeti değiştirmek istediler.
Ya geçen sene sezonun bitimine üç hafta kala şampiyon olmuştuk, bu senede iyi gidiyolar artık takım oturdu dedi. Maç muhabbeti koyulaşmıştı. Hep böyle olurdu. Pazartesi Salı Çarşamba geçen hafta sonu oynanan maçın sohbeti, tartışması, perşembeden itibaren birkaç gün sonra, hafta sonu oynanacak maçın muhabbeti yapılırdı.
Müşterisin, gönderen Dayı Dursun tekrar yanlarına geldi. Eeee ne yaptınız bakayım, adam da haklı canım Mancar diye lakap mı olur dedi.
Onlar unutmuşlardı başka sohbete dalmışlardı.
Dursun abi, Gütte Paşanın adı ne?
Gütte Paşa işte.
Yok ya o lakabı, adı ne adı?
Ya nerden bileyim ben, deyince
Mancar da o hesap işte, bundan sonra adını söylesen ne olur söylemesen ne olur o da Gütte Paşa gibi adını unutmuştur zaten, dediler
Yine bir müşteri geldi. Dursun Bey ben bu işi halledeceğim diye diyerek müşterisiyle birlikte tekrar dükkâna girdi.
Döndüğünde tamam mademki adam Mancar lakabından rahatsız oluyor, biz artık ona Lahana diyelim dedi.
Nerdeyse gülme krizine gireceklerdi.
Kasabada kişilerin, ailelerin lakapları vardır. Önemlidir. Bir anlam ifade eder, boşuna takılmamıştır, dilden dile nesilden nesile taşınır gider. O sebeptendir ki kasaba dışında pek fazla yerde kullanılmayan bir sözdür bakam sen kimledensin.
Balıkhane şimdiki sahil taksi durağının olduğu yerdeydi, oraya doğru yürüdüler. Zaman her türlü balığın taze taze canlı canlı tezgâhları tablaları doldurduğu zamandı. Birkaç saat önce denizde yüzen balıklar, tezgahlarda kasabalının sofralarını şenlendirecekleri akşam saatlerini bekliyordu. Gerçi Palamutun zamanı geçmişti ama diğerlerinin mevsimi başlamıştı.
Bu balıkhaneyi buradan kaldıracaklarmış diye duydum, dedi.
Neden ki nereye gidecekmiş? diye sordu.
Bilmiyorum ama burası iyiydi kime ne zararı varmış ki? diye cevapladı.
Gerçekten de Sahil Taksi durağının önünde bulunan kasaba balıkçılarının yan yana tezgahlarının olduğu balık satış yeri oradan kaldırıldı. Parkın içindeki Musa’nın Lokantasının arka tarafına dere kenarına taşındı. Oradan da şimdikilerde Pazaryerinde olan yerine geldi.
Çok daha öncelerde kasabanın balıkçılarının nerde nasıl balık sattıklarını veya böyle bir yerlerinin olup olmadığını bilmiyorum. Ama balığın zamanına, mevsimine göre mahallelerde, çarşı içinde el arabalarında (bilhassa Hamsi) satıldığını hatırlıyorum.
Palamutlar kuyruklarından geçirilmiş iplerde çift olarak satılırdı, diğer balıklar ise solungaçlarından geçirilip ağızlarından çıkartılan söğüt dalına dizilmiş halleriyle yolda sokakta bağıra çağıra satılırlardı.
Balık alıp iskele camisine doğru geriye döndüklerinde gelip geçene selam verip hâl hatır sormalarından fırsat bulabildikleri zamanda sohbet ederek yürümeye devam ettiler.
Karşılaşılan on kişiden dokuzunun tanıdık olduğu zamanlardı.
Durdu.
Arkadaşı da durdu.
Fabrikanın Genel Müdürlerinden kaçının ismini biliyorsun diye sordu. Fabrikada çalışıyordu, mevcut genel müdürün ismini söyledi. Başkası aklına gelmedi. Hem ne alakaydı onu neden ilgilendirsindi ki.
Tekrar sordu.
Peki Belediye Reislerinden veya Milletvekillerinden kaç tanesinin ismi aklında kalmıştır?
Yine mevcut reisin, zorlanarak da olsa aklında kalan birisinin daha adını söyledi.
Ya bakma öyle bende senin kadar biliyorum, senden farkım yok dedi.
Bak, bu parkı içinde çınarın dibinde oturanlarla, fabrika olmadan Göztepe’den Uzunkuma doğru görünüşünü yağlı boya tablo olarak,,,,,
Sözünü bitirmemişti.
Haa sen Osman Hoca’nın resimlerinden bahsediyorsun dedi.
Kasaba, tarihin eski çağlarından buyana önemli bilim insanlarının sanatçıların memleketi olmuş. Bizlerin zamanın tek kanallı siyah beyaz TRT’sinde görüp bildiğimiz, tanıdığımız pandomim sanatıyla tarihin çok eski dönemlerinde tanışmış. Mısırlı olduğu bilinen Krispos adındaki pandomim sanatçısı kasabada bu sanatını icra edip, gösterisini yapmakla kalmamış, burada yaşayıp burada ölmüş, mezarının da kasabada olduğu biliniyor.
Para da iş de siyaset de önemli çok önemli şeyler olabilir ama bilim ve sanat kadar kalıcı izler bırakmıyor.
Kasabanın her döneminde sanata gönül veren sanat aşıkları oldu. Şimdilerde de kendi gayretleriyle kıt imkanlarıyla sanat üretmeye devam edenler var. Resim çini mozaik seramik yapanlar var, roman öykü hikâye yazanlar var. Tiyatro yapan var müzik yapan var.
Bu uğraşlarda lokomotif vazifesi görenlerin, işlerin başını çekenlerin kadınların olması kasaba adına büyük bir onurdur gururdur.
Yakın zamana kadar fısıltı halinde söylenirdi. Artık açık açık haykırılıyor hatta eyleme bile dönüştürüldü. Ülke, kadınlarını koruyan uluslararası sözleşmelerden bile çıkarıldı. İtaat etmeyenin cezalandırılması özendirilir hala getirildi.
Kadının yeri evi ’dir demenin arkasında yatan çağdışı özlem, kadını eşit konumdan çıkartmaktır korkutarak sindirmektir. Dört duvar arasına hapsetmektir. İran’daki gibi Afganistan’daki gibi yaşamaya mecbur etmektir.
İşte ülkenin birçok yerinde olduğu gibi kasabada da sanata gönül vermiş bu kadınlar sığ kısır siyasi çekişmelere inat, ülkenin gidişatına, çağdaş yaşamdan kopartılmaya çalışılan güdümlü politikalara inat, inadına direnmeye meydan okumaya devam ediyorlar.
Ülkemiz de kasabamız da aydınlık çağdaş bir gelecek için çağdışı beyinlere meydan okuyan tüm kadınların her birine çok şey borçludur.
İşte o yüzdendir ki tüm engellemelere rağmen 1 Mayısların anlamına anlam katarak bu günlere taşınmasında bu onurlu çilede emekçi kadınların payı çok ama çok fazladır.
Nuri Öztürk /Sapanca