Kasabada gazete veya gazeteci denilince ahalinin aklına ilk önce Gazteci Bayram ve Gazteci Eşref gelirdi.

Birisi Bakırcılar çarşısından Yemeniciler çarşısına girişin sağ köşesinde, diğeri İskele camisinin karşı köşesindeki dükkanında, yıllarca kasabanın gazete bayileri gazete dergi sattılar.

Hem gazete hem de dergi kitap kırtasiye sattılar. Her ne kadar o zamanlardaki kasabanın en önemli gazete satıcıları olsalar da her ikisinin işlerinin en yoğun olduğu zamanlar okulların açılma zamanı geldiğinde, okul kitaplarının satılmaya başlandığı günler olurdu. O bir iki haftada bu iki gazete bayisi dükkanlarının önü panayır yerine dönerdi.

Bu durum yıllarca böyle sürdü.

Kasabalı okumaya meraklıydı.

Her eve muhakkak bir gazete girerdi. Dünyada ve ülkede nelerin olup bittiğini, siyasi gidişatı, gazetelerden ve elbette radyodan saat başı verilen ajanslardan takip ederdi.

Bahsettiğimiz dönemler gazetelerin basıldığı büyük şehirlerle yani İstanbul ve Ankara ile öyle veya böyle bir şekilde karayolu ulaşımının yapıldığı dönemlere rastlar.

Kasabalı bu dönemlerin öncesinde de gazete okurdu.

Lakin okunan gazeteler belki üç dört gün, belki bir hafta gecikmeli olarak kasabalının eline ulaşırdı, ama olsun.

Kasabanın birçok yere karayolu bağlantısının yok denecek kadar az, zor ve meşakkatli olduğu yıllarda İstanbul’a ulaşım deniz yolu ile sağlanırdı. Sınırlı imkanlarla da olsa ulaşımın deniz yolu ile yapıldığı o zamanlarda haftada bir iki gün o da hava müsait olduğunda vilayet tarafına giden Kadeş, Tırpan, Endülüs gibi isimleri olan gemiler kasabaya uğrarlar, İstanbul’da basılan gazeteleri kasabaya getirirlerdi.

Kasabalının Deli Rıfkı diye bildiği belki de kasabanın ilk gazete bayisi, gemilerin getirdiği İstanbul gazetelerini Yalı kahvelerinin önüne sererek satardı.

Ayrıca bu gazeteler bir iki çocuğunun boyunlarına astıkları eski Türk filmlerinde de gördüğümüz deri askılıklarla “gazteee” veya “yazıyooor” bağırış çağırışlarıyla çarşısının sokaklarında da satılırdı.

O günlerde bağıra çağıra gazete satışı yapan çocuklardan birisi de Eşraf Oğuz’du. Birçok kasabalıya göre Gazteci Eşref, babası Deli Rıfkı’dan esinlenerek bu gazete bayiliği işini meslek haline getirmiştir.

Kasabada 1950’li yıllarla birlikte yerel gazeteler de basılmaya başlandı. Kimisi haftalık bazıları aylık olarak yayın hayatında olmak isteseler de çoğunun yayın süreleri fazla uzun sürmedi. Bunu söylerken iki gazeteyi ayrı bir yere koyup haklarını teslim etmek gerekir.

Biri Bedri Erel’in Şirin Ereğli gazetesi diğeri ise Gökhan Duran’ın Memleket gazetesi. Biri sağ siyasi görüşü diğeri sol siyasi görüşü benimseyerek kasabanın en uzun soluklu yerel gazeteleri oldular.

Sonralarda matbaacı Yılmaz Yaman da matbaacılık işiyle birlikte kasabanın üçüncü gazetesi Hâkimiyet Gazetesini yayınlamaya başladı.

Bir gazete basıp satarak geçinmek hele hele yerelde bir gazete yayınlayarak eve ekmek götürmek her zaman zor olmuştur.

Bu işin temeli matbaacılıktır.

İşin esasında, davetiye kartvizit ilan ve benzeri şeyler basılarak para kazanılır.

Matbaacılık işi sağlık açısından da çok tehlikeli bir iştir. Kurşun klişelerin ellerle dizilmesi demek zehirle dans etmek gibi sakıncalı, sağlık açısından çok tehlikelidir, kalıcı onarılmaz problemlere yol açabilecek kadar tehlikelidir.

Gazete basmak onu satmak ne kadar zor zahmetli bir iş olarak bilinse de işin bir diğer tarafı.

Ekmeğini gerçek gazetecilik yaparak kazanmaya çalışmak hele hele ülkemizde muhalif gazeteci olmak, o zamanlarda da şimdilerde de tarifine gerek duyulmayacak kadar sıkıntılı kimilerine göre de sakıncalı bir meslektir.

Her daim ulusal ve yerel gazetelerde bu mesleği gerektiği gibi yapan, yapmaya çalışan, kendilerini ülkenin ve kasabanın sığ siyasetinden kısır çekişmelerinden uzak tutabilen sayıları günden güne daha da fazla azalmaya yüz tutmuş olsalar bile hala böyle gazeteciler var.

Şimdilerde biraz gülerek biraz da özleyerek o günkü olaylardan birini yad etmenin tam sırası.

Seksenli yıllar başlıyordu.

Kaneri Ağzındaki büyük arsanın içindeki konak yıkılacak, yerine büyük bir işhanı yapılacaktı. Çarşının gündüzleri haraketli, kalabalık durumunu, yaklaşan kış aylarını ve de bu büyüklükteki inşaatın hafriyatını göz önüne alırsanız işin ne kadar zor ve sıkıntılı olacağını tahmin etmeniz zor olmaz.

Gazteci Burhan yerel gazetenin önemli! köşe yazarlarından birisiydi! Nedense! İşyeri olarak o zamanlarda parkın içindeki Musa’nın Lokantasındaki bir masayı tercih ediyordu!

Mütaahhit başına gelecekleri bildiğinden olmalı, gaztecinin mekanına gidip! yanına oturuyor. Lafı da fazla uzatmadan konuya giriyor.

Bak Burhan abi, ben bu kasabaya geldiğim günden beri seni tanırım sende beni iyi bilirsin. Benim alavere dalavere ile işim olmaz, her türlü evrakımı tamamladım inşaata başlıyorum. Olurda bir aksaklık görürsen derhal bana söyle ben hemen gerekeni yaparım, hemen gazetede yazı yazarak ortalığı ayağa kaldırmana gerek yok.

Söz mü?

Söz.

Hadi, sana afiyet olsun bana müsaade diyerek masadan kalkarken,

Burhan abi, bu inşaat bitinceye kadar burada hesap ödemeyeceksin, burada benim misafirimsin demeyi de ihmal etmeyerek yanından ayrılır.

Üç dört ay geçmişti, sonbaharın sonuna gelinmiş hava kışlamaya başlamıştı. Bir gece görülmemiş bir yağmur yağdı. İnşaatın hafriyatından sebep çarşının bir kısmını çamur bastı. Yalnızca o kadar da kalınmadı Pençes deresi bile taştı çarşının bazı yerleri sular altında kaldı.

Yarınsı gün gazetedeki köşesinden Gazteci Burhan esip gürlüyordu, veryansın ediyordu herkesi topa tutuyordu.

Bu belediye ne iş yapar? Bu memleketin sahibi yok mu? Çarşı battı, herkes perişan, bu başıbozukluğa kim dur diyecek, Belediyenin gücü kime yetiyor kime yetmiyor gibi salvolarla direkt olarak çarşıdaki büyük inşaatı hedef almıştı.

Müteahhidin çok canı sıkıldı, nerede bulacağını iyi biliyordu.

Gazteci Burhan, Musa’nın Lokantasında her zamanki yerine yemeğini yiyordu!

Karşısına oturdu.

Burhan abi bu yağmuru ben mi yağdırdım, dereleri ben mi taşırdım, hem biz seninle ne konuşmuştuk, hani söz vermiştin neden böyle yaptın? dedi.

Gazteci Burhan bir süre sessiz kaldı. Sonrasında bardağından bir yudum aldı.

Dayanamadım be dedi.  Meslek aşkı bu olmalıydı!

Kasabanın, yerel basınında haber yaparak halkın haber alma hakkına aracılık ederek, gazetecilik mesleğini icra edenler kadar, kasabanın sesini yıllarca ulusal basına taşıyan bu işi fedakarlıkla yapan gazeteciler de vardı.

Çok kişi hatırlayacaktır.

Aynı zamanda kasabanın fabrikasında da çalışıyordu diye hatırlıyorum. Bir haberi görüntülemek için olmalı her daim hazır ve nazırdı, omzundan fotoğraf makinasını hiç eksik etmezdi.

Kemal Çetindağ ulusal basının en önemli gazetesi Hürriyet gazetesinin kasabadaki muhabiriydi, o zamanların en çok okunan gazetesine uzun yıllar  kasabadan ve bölgeden haberler geçti.

Söz buraya da gelip dayanmışken, özel bir parantezi de Nihat Can için açmak kaçınılmaz bir görevdir.

Kasabanın evladıydı, Atatürkçü, Devrimci ve Cumhuriyet aşığıydı. Kalemini ne eğerdi ne de bükerdi. Yıllarca Cumhuriyet gazetesi gibi ulusal basının en büyük çınarlarından birisinin kasabadaki eli kolu sesi oldu. Kasabadan yaptığı haberler çok kez manşetlere yer aldı.

İlk Hayali ihracat yolsuzluğunu ülke ondan duydu. Ülke gündemine o taşıdı.

Kibardı zarifti. Duran iş hanındaki ofisinden pek ayrılmazdı. Orası aynı zamanda Kasabanın en eski mahallelerinden birinin de muhtarlığıydı.

Eğer onu ofisinde bulamazsanız, iki adım ilerideki Musa’nın Lokantasına kadar gitmeniz gerekirdi.

Bu meslek zordur sıkıntılıdır diyeceğim ama rüzgâr gülü gibi olanlar veya liboş olarak tanımlanıp bilinenler için bu mesleğin hiçte zor bir yanı yoktur. Onların hiçbir dönemde yazdıklarından sebep herhangi bir sıkıntı veya zorluk yaşadıklarını kimse görmemiştir duymamıştır.

Zaten aklı başında bir kişinin de bunları gazeteci olarak tarif ettiğine de kimse şahit olmamıştır.

1920 li yılların sonlarına doğru aynı yörede biri Cumhuriyetin ilk vilayetinde, diğeri de onun en kıymetli kasabasında birer yıl arayla doğmuşlardı.

Aynı soy ismi taşımalarından sebep bir hısımlıkları var mıydı yoksa bir tesadüf müydü bilmiyorum ama her ikisi de bütün yaşamları boyunca ülke vatandaşlarının refahı, mutluluğu için, vatandaşlık hakkı olarak hak ettiklerini alabilmeleri için yazdılar çizdiler.

Bu fikirlerinden sebep ne öldüresiye dövülüp, öldü diye bir yol kenarına atılmadıkları kaldı, nede cezaevlerinde çürümeye bırakılmadıkları.

Yetinmediler sanki beraber dirsek çürüterek o Akademik ünvanları birlikte almışlar gibi bir gecede onları da geri almaya kalktılar.

Tek sakıncaları eşit hakka sahip vatandaşların, paylaşımlardan da eşit pay almaları, gerektiğini düşünmeleri söylemeleri yazmalarıydı.

Aynı fikirlere, aynı düşüncelere sahip olduklarından, ne pahasına olursu olsun onları yazıp söylediklerinden sebep yaşamları birçok yerde kesişti.

1960 ihtilali sonrası kurucu meclis üyeliği yaparken de bir dönem ülkenin yönetimine dahi yön veren etkinlikteki yayın organı Yön Dergisinin kuruluşunda ve yazar kadrosunda yazı yazarken de hep yan yanaydılar.

Biri ülkenin en etkin gazeteci gibi gazetecilerinden kasabanın Tevfik Hocasının oğlu İlhami Soysal, diğeri ise herkesin bildiği Kasabanın ve ülkenin gururu Kurtuluş Savaşının kahraman gemisi Alemdar’ın çarkçıbaşısı Osman Muhtarın oğlu Mümtaz Soysal dır.

Hem Mümtaz Hocayı hemde İlhami Soysal’ı elbette birkaç satır yazıyla geçip gitmek mümkün olamaz. Ne kadar uzun uzun yazmaya kalksam da yine yeterli gelmeyeceğini gayet iyi biliyorum.

Kör Memet veya Çolak Memet ’in (Mehmet Akman) 60 lı yıllarda Menderes aleyhine söylediği yazdığı sözlerden dolayı cezaevine düşmesine, halihazırda yerel gazetesinde mesleğini sürdürmeye çalışan Sina Çıladır’ın çektiği çilelere, Turan Kayalı ’ya, Birol Karadeniz’e Haldun Özçakır’a kadar ismini unuttuğumuz kimler geldi kimler geçti.

Bu mesleğe gönül verenleri, sırf bu mesleği yaptıklarından sebep çile çekenleri, yaşamlarını zar zor sürdürmüş olanları yazmaya sayfalar yetmez.

Demek ki uzun zamandır sabrediyor olmalı ki bu sefer kafası fena attı. Çok fazla kızmıştı. Sabrı da taşmıştı.

19 Kasım 2023 de kasaba eşi benzeri görülmemiş bir felaket yaşadı.

Tabiat, iyidir hoştur güzeldir sakindir derler de orasını burasını kurcalarsan, kuralına yasasına, kendi kurduğu düzenine karışmaya kalkarsan, nerden anlayacak diye tacizde de bulunursan, kızar bozulur belki bir müddet içine atar ama asla unutmaz.

Kuralı unutanlara bu sefer kızgınlığını biraz farklı hissettirdi. Sonrasında da hikmetimden sual olunmaz sözünü hatırlatır şekilde tabiri caiz ise taş üzerinde taş bırakmadı.

Ben size tembih etmedim mi? dedi.

Havayı suyu denizi daha ne kadar kirletip bitireceksiniz?

Ne kadarıyla yetinmeyi bileceksiniz, gözünüz ne zaman doyacak, dedi.

Anlamayan çok olduğundan, anladıkları dilde söyledi.

Eğer ki, Gazteci Burhan sağ olsaydı, bunu da görseydi.

Pençes Deresinin üstünü kapatarak beton döken akıldan yoksunların, yüz yıl evvel Arı Şirketinin yaptığı bugüne kadarda dimdik ayakta duran mendireğin üzerine güya dalgaları engelleyecek diye tırışkadan kaçak kat gibi beton dökenlerin, ne altı kalırdı nede üstü kalırdı.

Ben yanlış hatırlıyor olabilirim!

Daha geçen yıl birileri kocaman geminin kayalara çarpa çarpa parçalandığı yere, denizi doldurup da cami mi yapacaklardı?

Nuri ÖZTÜRK /Sapanca