Çoookk eskiler ile konuşma fırsatı bulduğumuzda, geçmişle ilgili olarak atalarının katıldığı savaşları anlatırlar.
Bu anlatımlarda, “köyünde hiç kalamamış ki” diye hayıflanırlar.
Dönem Osmanlı dönemi.
Erkekler savaşta.
O savaştan bu savaşa.
Hep savaş.
Savaş demek ayrılık demek.
Ayrılık ki; anadan, babadan yardan.
Köyünden tarlasından.
Öküzünden köpeğinden.
Gitmek var dönmek yok.
Helal et hakkını anam.
Helal et hakkını babam.
Helalim hakkını sen de helal et.
Savaş bu.
Savaş demek ölüm demek.
Yok oluş demek.
Ülkemizin tarihindeki savaşlarda ölen ve yaralananların gerçek sayısı bilinir mi ki?
Kaçtır acaba rakamlar?
Şehitler ve gaziler.
Yüz bin mi?
Beş yüz bin mi?
Milyon mu yoksa?
Dahası çok milyon mu?
Bu ülkenin sınırları ölümlerle çizildi.
Kopan ayaklar, kollar ile Misak-ı Milli’nin noktaları belirlendi.
Öldü atalarımızın ataları.
Günler günleri geride bırakırken, çağdaş uygarlık seviyesine koşmak için kükredi Dumlupınar’dan Mavi Gözlü Yiğit:
“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri” diye.
Ve 9 Eylül 1922’de İzmir’de bitirmişler işgali.
Dökmüşler düşmanı Ege’ye.
Buram buram özgürlük kokmuş gökyüzü.
Topraklar.
Ekinler.
Doğa.
Böyle kazanılmış bu özgürlük.
Böyle dalgalanmış ay yıldız.
Kazanılmasına böyle kazanılmış ama kimi zaman birileri inkar eder olmuş kurtuluşun destanını.
Hatta ulusal kahramanlarımıza dil uzatacak kadar şaşkınları bile çıkmış aralarından.
Cumhuriyetin rahatlığı batmış bir yerlerine.
Öyle ki, “özgürlükten” özgür olmayı da bilememiş beyinleri.
Ah ah!
İşte böyle nankörlük ve vefasızlığı işittiğinde cıs eder insanın yüreği.
Üzülür.
Kahrolur.
İnsan olan insan hiç kendisine özgürlüğü armağan edeni inkar eder mi?
Eder mi sahiden?
Eder ise bu tür canlılara ne denir?
Ben koyamadım adını, gelin siz koyun!