Geninde ihanet ve nankörlük olanların, vefa diye bir erdemi anlamalarını kimse beklemez, beklememeli de.”

Gen bozuk çünkü.

 Bir yerde bozukluk var ise, sağlam harç yapamazsınız.

Çürük olur.

Hele ki, şöyle veya böyle güvenip sırtınızı asla dönemezsiniz.

Vurur tam ortasından.

İçine yuvalanan kin ve nefretini kusarak.

Acımasızca..!

1.Dünya Savaşı’nın ardından; bizi de yenik sayan emperyalist güçlerin adım adım işgal etmeye başladığı Türkiye’de, yokluk ve sefaletten daha çok en ağır koşullar içimizdeki işbirlikçilerdi.

İngiliz Sevenler Derneği,  Vilson Hayranları oluşumu gibi örgütlenecek kadar ileriye gidenler kadar, düşman ile savaşan Türk Askerine karşı başlatılan irtica yanlısı ayaklanmalar unutulur mu?

Hele ki, Mustafa Kemal ile silah arkadaşlarının katlinin vacip olduğuna dönük fetva yayınlayanları ne yaparsınız?

 İşgalci güçlerin yandaşlığına geçen dönmelerin geni bozuktu.

 Kalleşlikten daha ağır insanlık suçu ne olabilir ki?!!

Bugün özgür bir ülkede özgürce dini inançlarını yerine getirenlerin, bu özgürlüğün nasıl elde edildiğini bilincinde olmadan, özgürlüğü kazandıranların ulusal kahramanlığı asla anlaşılamaz.

Bilenler şükür ediyor.

Algılayabilenler, bugünkü özgürlük olmasaydı insan olmanın ayrıcalığını yaşayamayacaklarının minnetini ifade ediyor.

Genleri bozuk olanlar da küfür. Tüm bu alçaklıklara rağmen, Anadolu’dan yakılan özgürlük meşalesi dalga dalga yayıldı ülkenin dört bir yanına. Taşlar oynatıldı yerinden tek yürek ve bilek olabilmenin sevdasıyla.

Sütçü İmam’ın kurşunuyla ses verdi, Osman Nevres’in şehit olma pahasına esaretin karanlığını yırtan mermisiyle çiçek açtı özgürlük ateşi. Ve 26 Ağustos’ta başlayıp, 9 Eylül’de İzmir’de denize dökülen düşmanla silahlı mücadele sona erdi.

Bilir mi, geni bozuk olanlar o şanlı tarihimizi?

Bilmezler. Bilemezler de. Çünkü, daha küçük yaştan beyinlerine “Türk”, “Türkiye” ve “Atatürk” düşmanlığı enjekte edilmiştir yüreği karanlık ışıktan korkan yarasalar tarafından.

 Bu geni bozuklara göre; Türkiye işgal altında kalmalıydı. Ülkenin dört bir tarafında Türk Bayrağı yerine, Yunan, Fransız, İtalyan, Ameri-Kan bayrakları dalgalanmalıydı.

İbadethaneler kapatılmalı, okullarda başka dillerde eğitim yapılmalıydı. Bir köyden diğerine giderken, yabancı subay veya temsilcilerinden izin alınmalıydı.

Ekmeğimiz sütümüz karneye bağlanmalıydı.

Türk kimliği yerine, başka ülkelerin kayıt belgeleri taşınmalıydı.

Anamız, bacımız, kadınımız elimizden istedikleri gibi alınmalıydı. Erkeklerimiz de hadım edilmeliydi azınlığın da azınlığına düşmemiz için.

Özgürlük ateşi yanmamalı, ulusalcılık bilinci diye bir kavram ifade bile edilmemeliydi.

Çiçekler solmalı, geceler ayaz kesmeliydi.

Geni bozuk azınlık, tahakküm etmeliydi Türk kimliğine.

Cumhuriyetin 83. yılında yine var bu geni bozuklardan bir yığın. Daha cesurlar şimdi. Saldırıyorlar. Hır fırsatı, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin taştan daha sağlam temellerinde gedik açabilmek amacıyla kullanıyorlar. Kimi zaman en çok kullandıkları araç da -ne yazık ki- demokrasi ve demokratikleşme oluveriyor. Öyle ya; amaca giden yol da araç değil mi demokrasi? Tepeden tırnağa bu ülkenin her noktasını işgal hevesiyle ne hayaller kuruyorlar bir bilseniz. Ve küpünü de dolduruyorlar. Oh ne güzel hayat. siyaset, ticaret ve tarikat. Yandaşlarını soyuyorlar önce. Böyle palazlanıp devletin içini oymaya çalışıyorlar. Eh bir parça da yol aldılar hani. Sanıyorlar ki, bu kervan böyle gider.

 Kimi zaman susuz ve havasız da kalsa Atatürk çiçekleri bir gün çekerlerse çizmeleri, bulup da kaçtıkları o delikten bu kez kalpak giyip çıkarak en önde koşarlar “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganlarının atıldığı özgürlük meydanındaki kürsüye. Kim bilir, bazıları o kürsülerin tepelerinde de kendilerine yer mi bulur ne?

“Eşsiz Önder Mustafa Kemal Atatürk”ü, O’nun hep yanında olan ve canını ortaya koyarak bu ülkeye ay yıldızlı bayrağımızı diken ulusal kahramanları, Nene Hatun’u, Bulgar Sadık’ı, Sütçü İmam’ı, Kazım Karabekir’i unutan ve yok sayan geni bozuklar, aydınlık yarınlara karanlık asla çökertemeyecekler.

Rahat uyu Ey Atam. Çiçeklerin görev başında?

* 10 Kasım 2006 tarihli yazı