Ortaokula henüz başlamıştık ki demokrasi lafını ilk kez işittim. Yurt Bilgisi öğretmenimiz bize demokrasinin nasıl erdemli bir rejim olduğunu anlatırken şöyle bir tanım yapmıştı: “Demokrasi halkın, halk için, halk tarafından yönetilmesidir.” Sonra büyüdük. Lise çağlarında oligarşiyi de öğrendik. Tek adamlı rejimleri de. Anlayamadığımız, gücü elinde bulunduranların demokrasi sözcüğünden bile neden nefret ettikleriydi. İstanbul Erkek Lisesi, 57-58’li yıllarda son sınıf öğrencisiyiz ve okul düzenine ilişkin bazı şikayetlerimizi müdür yardımcısına iletiyoruz. Bir gün baktık o çatık kaşlı, çok sert mizaçlı müdür yardımcımız sınıflardan birer kişiyi sorunlarımızı dinlemek üzere toplantıya çağırdı. Toplantıya girdik. Gençliğimizin verdiği cesaretle eleştirilerimizi bir bir saymaya başladık. Müdür yardımcımızın kara olan yüzü daha da karardı. Öfkeyle bakmaya başladı, ama sonuna kadar dinledi bizi. Sonra da yumruğunu masaya vurdu. ‘Burası okul burada demokrasi falan yok, yıkılın karşımdan, yürüyün gidin sınıflarınıza’ dedi. Bizim ilk demokrasi girişimimiz böylece suya düştü. Ülkenin siyasi tarihine baktığımızda demokrasinin halkları uyutmanın bir başka yolu olarak kullanıldığını fark ettik. Mesela tek parti döneminden kurtulurken demokrasi vaadiyle ortaya çıkan, yine tek partiden kopmuş milletvekillerinden oluşan Demokrat Parti insanlarımızın büyük ilgisini çekmiştir. Artık ülkeye özgürlük gelecekti, refah gelecekti, gazeteciler özgürce yazıp çizebileceklerdi. Oysa hiç de öyle olmadı. demokrasicilik oyunu sonunda bir darbeyle bitti. 27 Mayıs’ta 61 Anayasası üniversitenin aydın bilim insanlarına yaptırıldı. Çağdaş demokrasiyle yönetilen ülkeler örnek alındı. Yaşasın dedik bu defa demokrasi kesin geliyor ülkeye. Ama yine gelemedi. Dönemin Başbakanı Nihat Erim bu Anayasa halkımıza lüks dedi ve umutlarımızı bir kez daha tüketti.
Sonra askeri darbeler, askeri darbelerin desteklediği koalisyonlar ve sonuçta 2002’de Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki AKP. AKP de tıpkı Menderes gibi demokrasi sözüyle geldi. Bu sözle Tayyip Erdoğan 2-3 yıl liberalleri de kendisine bağlamış oldu. Ardından da yine halkın haber alma, bilgi edinme, gerçekleri öğrenme hakkı diye tanımladığımız basın özgürlüğü kesip biçilmeye başlandı. Sansür yeniden hortladı. Meclis çoğunluğuna dayanılarak çıkarılan kanunlarla da adalet mekanizması, hukuk iktidarın elinde bir silah haline geldi. Kısaca Godot’yu bekler gibi ömrümüz demokrasiyi beklemekle geçti. Bu arada sosyal demokrat olduğunu deklare eden ana muhalefet partimiz ise kendine özgü bir demokrasinin peşindeydi. Uzun yıllar boyunca kendi iç kavgalarından iktidar olmayı hiç düşünmedi, düşünemedi. Bilmiyorum bugün günümüzde yaşanan bütün bunlara demokrasi yorgunluğu denilebilir mi? Halkımız ne kadar demokrasinin farkında. Siyasetçiler her konuşmalarında demokrasi sözcüğünü ağızlarından hiç eksik etmezler. Ama bir türlü demokrasiyi içlerine sindiremezler. Demokrasiyle kafaları hiçbir zaman bağdaşık olmamıştır.
Şimdilerde ülke zor bir ikilem içinde. Bir yanda iç ve dış siyasette, ekonomide yanlış yapılanmadan kaynaklanan bir çöküntü içinde toplum. Öte yandan bu çöküntüden çıkma yolunda hiçbir direnç göstermeyen suskun, kendi kabuğuna çekilmiş kaderci bir topluluk. Bir avuç yurttaş da kadın hakları için, haberin serbest dolaşımı için ırkçılığa karşı durmak için, çocuklara daha sağlıklı bir gelecek sağlamak için uğraş verip duruyor. Hem de iktidara büyük bedeller ödeyerek. Yazarken düşündüm. Bugün 12 Ağustos yani Can Yücel’in ölüm yıl dönümü. Can Yücel yaşasaydı ne derdi bu görünüme. Biliyorum pek iyi şeyler söylemezdi. Belki de yine hakim karşısına, savcı karşısına çıkmaktan kendini kurtaramazdı. Dün kitaplarından birini karıştırırken sanki bugünü anlattığı bir şiirine denk geldim. “Yollu Yollar” birlikte okuyalım.
Seçimden seçime
Başımıza devletle getirdiklerimiz
Milletçe başımıza zorla belâ ettiklerimiz
Öyle seviyorlar ki milleti
Millet adına
Millet aşkına
Millet uğruna
Milletin gözünün içine baka baka
-Kaçıncı bu?- O kahrola
YOL-MOL yoluna
Yoluyorlar milleti