Ülkemi çok severim. Dağını, taşını, akarsuyunu, denizlerini ille de ağaçlarını. Kimi aykırılıkları rahatsız etse de köylüsüyle, kentlisiyle insanlarını da. Ne var ki ülkemde çağdaş standartlara uyulmaz pek. Özellikle de yönetim kademesinde yer alanlar, kendilerinden olmayan yurttaşları saymaz pek de sevmezler. Bazen aşırıya kaçar onları “düşman” diye görürler. Benim ülkem güzellikleriyle olduğu kadar gariplikleriyle de ünlüdür. Mesela benim ülkemde başarı ödüllendirilmez tersine cezalandırılır. Yine benim ülkemde Nobel Ödülü alan bir yazar ülkesinden dışlanır.
Benim ülkemde dünyaca ünlü saygın bir piyanist devlet katında itibar görmez. Buna karşılık devlet katında itibarı olanlar bizde sanatçı sayılsa da sınır ötesinde adlarından bile söz edilmez. Benim ülkemde çokça yalan söylenir. Özellikle de siyasetçiler… Buna rağmen şaşacaksınız ama kimsenin burnu uzamaz. Çünkü yalan artık ülkemde çoğunluğun en büyük savunma silahıdır. Benim ülkemde insanların pek çoğu bilimden hoşlanmaz dogmalarla yaşar. Sevgiyi, aşkı paylaşmayı bilmezler. Bilmedikleri için de emekten, barıştan, sevgiden, aşktan yana olan insanlardan nefret ederler. Tatmadıkları, bilmedikleri bir duygu bu tür insanları nefretin odağına oturtur. Yani benim güzel ülkemde nefret suçu işlemek serbesttir. Yargıçlar, savcılar yaşadıkları dönemi Orta Çağ’a eş tutarak kararlarını “kara kaplı” kitaba bakarak verirler.
Dedim ya bir gariptir ülkem. Bu topraklarda kadın olmak zordur, çocuk olmak da öyle. Bu topraklarda düşünmek, düşünceyi ifade etmek hemen hemen olanaksızdır. Bu yüzden cezaevleri düşüncelerini ifade eden aydın insanlarla, gazetecilerle doludur. Ülkemin adalet mekanizmasında her zaman iktidarın hoşuna gitmeyen insanlara kolayca suç yaratılır. Diyebiliriz ki bu konuda bir yarışma yapılsa birinciliği bize verirler. Yarışma derken aklıma takıldı. Türkiye Kadın Voleybol Milli Takımı ilk kez takımlar yarışmasında Avrupa şampiyonu oldu. Bu büyük başarıyı ulusça heyecanla ve sevinçle kutlamamız beklenirdi. Ama gelin görün ki ülkenin bir yarısı sevinirken, öbür yarısı diğer finalist Sırbistan’ın kazanması için dualar etti. Kadınların bütün bir ekip olarak verdikleri emek, gösterdikleri dayanışma ve çağdaş görünümleri ülkenin diğer yarısını üzdü. Ne garip değil mi? Yazıma başlarken söylemiştim bir gariptir benim ülkem. “Devlet baba hem sever hem döver” derdi eskiler. Şimdilerde ise devlet babanın sevgisi giderek azalırken yurttaşlara karşı davranışları alabildiğine sertleşiyor. Güzel ülkemizin bu kadar da kusuru olsun diyorsanız benim de bir diyeceğim yok.
Hani bizler için söylenen bir deyiş vardır. “Türk halkı hoşgörülüdür, halkımız paylaşmayı, yardımlaşmayı, dayanışmayı sever.” Bu deyiş de galiba eskidi. Şimdi sokağa caddeye çıktığınızda birbirine öfkeyle bakan, birbirinden nefret duyan insanlarla karşılaşıyorsunuz. Kentlerin sokaklarında hemen her gün nedensiz cinayetler işleniyor. Şiddet kol geziyor. Din kisvesi altında cinsel istismar sıkça toplumdaki çarpıklığı duyumsatıyor insana. Dini bir kalkan gibi kullanan kimileri kadınlara, kızlara, çocuklara saldırmayı adeta doğal bir davranış olarak görüyor. Cumhuriyet’in kazanımları bir bir giderken ülkem kayıplarını bir türlü gideremiyor. Üstelik nitelikli elemanları gönüllü sürgünlüğe soyunuyor. Bu güzelim toprakları terk ediyorlar. Elimizde olan az sayıdaki değerlerimizi de giderek daha da azaltıyoruz.
Evet, sevgili okur ben hâlâ bu ülkeyi çok seviyorum. Pırıl pırıl gençlerinin, erkekli kızlı yiğit insanlarının toprağına taşına vurgun emekçilerinin, işçilerinin yanında olmaktan onlara destek vermeye çalışmaktan mutluluk duyuyorum. Benim güzel ve tek sesli garip ülkem.
Bu yazıyı da Nâzım Hikmet’in “Memleketim” şiiriyle bağlayalım.
Dört nala gelip uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim…
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hürve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim.