Kapitalist düzenin insan sömürüsüne yeni teknolojiler adıyla kattığı buluşlar, dünyanın pek çok ülkesinde giderek bir emek hırsızlığına dönüşüyor. Sermayenin hemen her dalında emek işçilerinin yerini yeni icat aygıtlar, robotlar almaya başlıyor. İnsan aklını değil, yapay zekayı kullanan korkunç bir cenderenin içinde şimdilerde çalışanlar ve işçiler. Bu durum elbette ekonomisi çökme durumundaki Türkiye’de de kendini gösteriyor. Çalışan kesimin, özellikle de işçilerin işsizlik oranı her yıl biraz daha yükseliyor. Sendikalaşmanın yok hükmünde olduğu ülkede, sermaye-devlet iş birliğinin sömürüsü alabildiğine güçlü bir şekilde iş merkezlerinde kendini göstermekte. Hak aramanın unutulduğu, adeta devlete karşı işlenmiş suç sayıldığı bir dönemi yaşıyoruz. Sermaye, siyaset, medya sarmalına artık ne gariptir ki adalet sistemi de katılmıştır. Sermaye hak arayanı işten atar, medya haksız biçimde işten atılanı görmezden gelir. Devletin adalet sistemi hak arayanı terörist ilan eder. Şimdilerde ülkemde oynanan bir oyundur bu.
Uruguaylı Tarihçi Yazar Eduardo Galeano daha ’90’ların sonunda gezegenimizde insanlığın durumuna dair görüşlerini yazdığında kimilerine öyle bir gelecek inanılmaz geliyordu. Ama bakın oldu işte. Şöyle demişti Galeano:
“İkiz totalitarizm salgını var dünyada: Tüketim toplumu ve baskıcı adaletsizlik diktatörlükleri.
Baskıcı eşitleme çarkı insan soyunun en güzel niteliği olan ve kendimizi onlarla tanıdığımız farklılıklara ve onları temel alan bağlara karşı işliyor. Dünyanın en güzel tarafı kendi içinde pek çok dünya olmasıdır; hayatın farklı müzikleri, acıları, renkleri var: Yaşamanın ve söylemenin binbir yolu var, inanmanın ve yaratmanın, yemenin, çalışmanın, dans etmenin, oynamanın, aşık olmanın, acı çekmenin ve kutlama yapmanın binlerce binlerce yıl boyunca keşfettiğimiz binbir yolu var.
Bizi tek biçime sokan, aptallaştıran eşitleme ölçülemez boyutlarda. Kitlesel kültür endüstrisinin geniş insan yelpazesine ve insanın kimlik hakkına karşı işlediği gündelik suçları kaydedebilecek bir bilgisayar henüz yapılmadı. Ama bu suçların yıkıcı etkileri gözleri bozuyor. Zaman tarihten boşalarak ilerliyor, mekan artık parçalarının şaşırtıcı farklılığını tanımıyor. Dünyanın sahipleri kitle iletişim araçları yoluyla hepimizi tüketim kültürünün değerlerini yansıtan tek aynayı izlemek zorunda bırakarak iletişim kuruyor bizimle.”
İnsanlığa yön veren, ufuk açan uluslararası düzeyde düşün insanlarını, yazarları, şairleri, güzel sanat işçilerini de birer birer kaybediyoruz dünyamızın cangılında. Ne hazin ki, yerleri de dolmuyor. Şimdilerde kapitalizmin koşullarını zorlayan ekonomik çöküntüyü önlemek yine insanlığı ölüme, yoksulluğa, açlığa mahkum edecek. Varsıl ülkelerde güç yitiren ekonomilerini düzeltebilmek için yeni savaş alanları açmaya çalışıyorlar. Ülkelerin tümünde savaşa karşı çıkanlar, savaşı protesto edenler tıpkı daha önceki dünya savaşlarında olduğu gibi vatan haini ilan ediliyorlar. Günümüzde ülkemizde de aynı durum yaşanıyor. Barışçıl olmak, özgürlükten yana olmak devlet suçu sayılıyor. Vicdanı hür insanlık ve kardeşlik duygularıyla bağlı, emekçiler, bilim insanları ve sanatçılar ise tüm zorluklara rağmen daha yaşanası bir dünya için kavgalarını sürdürüyorlar. Ne mutlu onlara…
Yazıyı Kübalı Şair (1902-1989) Nicollas Guillen’in dizeleriyle sonlayalım. Melih Cevdet Anday’ın çevirisinden okuyalım: “Kamış”
Zenci / Kamış tarlasının içinde / Beyaz adam / Kamış tarlasının üstünde / Toprak / Kamış tarlasının altında / Kan / Kan bizden akıyor.
** Galeano’dan yapılan alıntı “Kucaklaşmanın Kitabı’ndan”. Çeviri: Nihal Yeğinobalı’ya ait.