Hızla gelip geçiyor mevsimler, aylar, günler. Zaman insanlarla şakalaşıyor gibi. Tam bir güneşli güne merhaba demeye kalkıyoruz gün yetmiyor, ardından bir karanlık; sevinçler, neşeler gölgede kalıyor hep. Mevsimlerle beraber insanlık da değişiyor. İnsan insana katlanamıyor artık. Üstelik yıllar yılı dert ortağı, yoldaş bellediğimiz dostlar ortada bırakıp çekip gidiyorlar bu dünyadan. Ahmet Haşim’in uzun yıllardır belleğimde sakladığım dizelerine sığınıyorum sıklıkla.
“Sen, ben ve o mavi deniz
Melali (üzüntü) anlamayan nesle aşina değiliz.” 

Sonbahar’ın sararan yapraklarına bakıp hüzün mevsimi tanısını koyan yazar, çizerlere katılmıyorum. Hüzün artık bizim kuşağın dört mevsiminde. Bazen odamda bir başıma otururken yaşamdaki her şeyi paylaştığım iki-üç dostu aramak gelir içimden. Telefona el atarım, sonra aklım başıma gelir konuşmak istediğim dostlar artık yoklar. Bu külüstür dünyayı bana bıraktılar. Artık yalnızlığımı giderebilmek için arayabileceğim ne karım Nurhan, ne Niyazi Dalyancı, ne Yılmaz Öztürk (komünist Yılmaz) var hayatımda. Hiçbiri şimdilerde hüznün doğurduğu yalnızlığa çare olamıyor.

Bugünlerde beni en çok rahatsız eden konu dünyanın gidişatı, insanlığın her gün biraz daha yozlaşması. İnsanın insana ettiği zulüm ve kıyımın giderek artması. Dünyayı katlanılır kılan, doğayı var eden ağaçların, çiçeklerin, hayvanların, börtü böceklerin katledilmesi; şiddetin hemen her toplumda yaygınlaşması gerçekten vicdan taşıyan her insanı kahrediyor. Varsıl güçlerin kölesi haline getiriyor.

21. yüzyıla ayak attığımızda insanlığın bu denli kötü bir döneme gireceğini sezemedik hiç. Ne yazık ki, bu yüzyıl bilimin değil dinsel hurafelerin toplumlar arasında yaygınlaştığı bir görünüme büründü. Sevgi, şefkat, iyilik gibi kavramların artık bu yeni düzende yeri yok. Teknoloji insanların yararına gelişeceğine, tam tersi insanı giderek kölesi haline getiriyor. “Kitapla, müzikle avunalım” desek de bu alanlarda da çorak bir ortamın varlığına tanık oluyoruz. Ve yeniden 19. yüzyılın, 20. yüzyılın yazarlarına dönüyor o yılların yapıtlarına, filmlerine, sinema ve tiyatro eserlerine göz atmaya başlıyoruz. Kim bilir belki de yanlış olan biziz. Dünyanın yeniden keşfedildiğini(!) fark edemiyoruz.

Hüzünlü bu sonbahar gününde yazımı Edip Cansever’in bir şiiriyle bitirmek istiyorum. Ustanın hemen bütün şiirlerini çok severim. Ama bazılarını tekrar tekrar okumaktan da kendimi alamam. Bu da öyle şiirlerden biri:

MAYDANOZ

Hadi git
İşkillenip durmasın söyle
Şimdi sabah işler değişti

Edip’e bir hal oldu şiir yazıyor de

Sus bakalım sen de bıcır böceği
Hişt
Ot musun fasulya çiçeği misin
Seni dinleyecek değiliz

Ötüşün bakalım enayi dümbelekleri
Aklınız olsa kuşluğa özenmezdiniz
Hanginiz çıktı da iki satır yazdı
Hanginiz kafa şişirdi tutsaklık için
Hanginizin insanlığı tuttu birdenbire
Her şey ama her şey bizden olsun değil mi
Bizdik sanki sizin yerinize
Dünyanın kuşu köstebeği
Bizdik kum gibi serili patlıcanlar
Şöyle bir açınca çiçeğini
Dökünce kurtlarını rahatlayan

Ama yaşamaya gelince
Ayrımız gayrımız yok