MOSKOVAda 3 Haziran 1963te ayrıldı aramızdan koca şair. 46 yıl olmuş, dile kolay. Hapisle, sürgünle, eserlerine konulan yasaklamalarla geçen, insanlığa barışa adanmış bir ömür. Yorgunluğunu, üzüntülerini, özlemlerini hep bir kenara bırakarak salt daha iyi, daha adil, daha eşitlikçi bir dünya için savaşan bir sanatçı. Yurdunda, devlet katında, hükümetler gözünde suçlu sayılmış hep. Suçu da büyük elbet. Bir kere insanların eşitliğine takmış kafayı. Sonra çevresinde olan biteni sorgulamayı, irdelemeyi öğütlemiş insanlara. Savaşın çirkinliğini anlatmaya soyunmuş. Dünya barışı için uğraş vermiş; her ulustan, her ırktan kendisi gibi yüce gönüllü, yiğit sanatçılarla, yazar ve şairlerle, bilim insanlarıyla. Düşünmenin erdemine inanmış. "Düşünmek" başlıklı bir gazete yazısından alıntıladığım tümcelere göz atın bir. Ne söylemek istediğimi anlayacaksınız:
"Düşünmek kadar güzel, düşünmek kadar korkunç, düşünmek kadar dinlendirici ve çıldırtıcı bir nesne olmasa gerek diye düşündüm. Doludizgin, önceden öğrenmişlere dayanmayarak, korkmadan düşünmek. Ben, bu işi kıvırabilecek babayiğitlerin yeryüzünde sanıldığından az olduğunu sanıyorum."
İşte bu babayiğitlerden biriydi Nâzım Hikmet. Ayrım gözetmeksizin insan sevebilmek, inandığı doğruları yinelemekten yılmamak, korkmamak, yaşam boyu tutarlı olmak, en zor anlarda bile umut saçmak insanlığa; bunlar suçsa eğer suçu büyüktü koca şairin.
Nâzım üzerine ülkemizde ciddi ve titiz araştırmaların yeterli olduğunu söylemek zor. Sanırım kültüre bakanlar henüz Nâzım Hikmet üzerine uluslararası bilimsel toplantılara hazır görmüyorlar kendilerini. Yasakların gölgesi bir karabulut gibi üzerlerinde. Onun aslında evrensel boyutta bir şair olduğunu, ülkesini kendisini yasaklayanlardan da çok sevdiğini fark edemiyorlar. Olsun varsın. Yine de Nedim Gürsel gibi, Afşar Timuçin gibi yazarlarımızın Nâzım üzerine yapılmış son derece düzeyli inceleme kitapları var. Bilimsel kimliği dışında kendisi de bir şair olan Afşar Timuçin "Nâzım Hikmetin Şiiri" adlı çalışmasının giriş bölümünde bakın Nâzım Hikmeti nasıl tanımlıyor:
"Çabasını inancıyla, inancını onuruyla, eylemini bilgisiyle pekiştirmiş bir insan. Herkes gibi bir insan, sıradan biri, olağanüstü falan değil, ama bir deha. Ahlak bunalımı içinde kıvranan Atina için Sokrates neyse, ahlak bunalımı içinde kıvranan Türkiye için Nâzım Hikmet oydu."
Hak vermemek elde mi?
Yazıyı usta şairin sevdiğim bir şiirini yineleyerek bitirmek istedim. Anısı önünde saygıyla eğilerek:
Meşgale
Öküzlerimizin boynuzlarında
aydınlanırken ortalık
toprağı sürüyorum sabırlı bir kibirle,
çıplak ayaklarımda toprak nemli ve ılık.
Pazılarımda pırıltılar,
demir dövüyorum öğleye kadar,
kırmızıya boyanıyor karanlık.
Yapraklarında yeşilin en güzeli,
zeytin devşiriyorum ikindi sıcağında,
üstüm başım, yüzüm gözüm ışık,
Her akşam mutlaka misafirim var,
kapım bütün türkülere
alabildiğine açık
Geceleyin suya diz boyu girip
çekiyorum denizden ağları:
yıldızlarla balıklar karmakarışık.
Benden sorulur oldu
dünyanın hali artık
İnsan ve toprak,
karanlık ve aydınlık.
Anladın ya, işim başımdan aşkın,
beni lafa tutma, gülüm,
ben sana aşık olmakla meşgulüm.