MODERN zamanları aştık. Rivayet olunur ki artık post modern çağda yaşıyoruz. Bilişim teknolojisinin kuşattığı bir dönem. İnsanlar arasında gizli saklı kalmadı. Her durumda birilerinin bizi gözlediğini; yakından, uzaktan, evde ya da iş yerinde konuşmalarımızın, hatta nefes alışımızın kayda alınabildiğini biliyoruz. Dokunduğumuz her şeyde parmak izimiz var. Gezegenimiz insanlarının çoğunluğunda baskın hastalık paranoya. "İzleniyorum! Gözleniyorum!  Karşımdaki neden gözlerini ayırmıyor benden?" türünden yakınmalara çevrenizde tanık olmadınız mı yoksa? Bir arkadaşım bunu o denli ileri götürmüştü ki kapalı durumdayken de cep telefonunun dinlendiğini öne sürer olmuştu. Teknolojinin baş döndürücü bir hızla geliştiği günümüzde arkadaşım kuşkusunda belki de haklıydı. Kim bilir? Ya bilgisayar tutkusuna ne demeli? Çocuk, genç yaşlı, erkek, kadın ayırmaksızın herkesin yaşamında. Bu gidişle gelişmiş ülkelerde obezitenin artmasına şaşmamak gerek. Alışverişlerini, banka işlemlerini internet üzerinden yapıyor, yemeklerini internetten ısmarlıyor, dinlemek istedikleri müzikleri, seyretmek istedikleri filmleri de internetten indiriyorlar. Ailenin uzaktaki bireyleri ile konuşmaları da yine internet üzerinden gerçekleştiriliyor. Neyse ki bizler henüz varsıl ülkeler düzeyine gelemedik. Obezitenin bizlere  tehlike oluşturabilmesi için en az bir kuşak daha geçmesi gerekir diye düşünüyorum.
İşin pek şakaya gelir yanı da kalmadı. Toplumun bir kesimi -büyük kesimi mi demeliyim-televizyon tiryakisi. Çalışma dışındaki saatlerini dizilere göre ayarlıyor. Dizi ile yatıp diziyle sabahlıyorlar. Dizi kahramanları ile kendisini özdeşleştirmeye kalkanlarla az mı başı ağrıdı bu ülkenin. Reklam arası haberlerle, gece yarıları sona eren, herkesin aynı anda konuştuğu panel ya da forumlar da izlenme oranlarında başı çekiyor. Unutuyordum az daha. Bir de izlenme rekorları kıran yemek programları var. Doğrusu midesine bu kadar düşkün bir topluluk oluşturduğumuzun farkında değilmişim. Kendimi ayıpladım.
Yarı şaka yarı ciddi bunları düşündüm bilgisayarın başına oturduğumda. Şöyle bir temiz havaya gereksinim duydum. Kırsal bir yere kaçmanın zamanı sanki. Mekanik hiçbir aygıtın bulunmadığı... Eşim zayıf yanımdan yakalayıp soruyor : "Maçları da mı izlemeyeceksin?,  " Radyo var" diye yanıtlıyorum. Radyo düş gücümü çalıştırıyor, daha çok keyif alırım. Sonra radyolu günlere dalıp gidiyorum. Orhan Boran, Eşref  Şefik, Faruk Yener, Sulhi Garan?ın  o güzelim programlarını anımsıyorum. Bedii Faik?in, Çetin Altan?ın tadına doyulmaz sohbet programlarını, radyo tiyatrolarını. Kısaca düş dünyamıza yeni kapılar açan büyülü bir kutuydu radyo bir zamanlar...
Gelin bu yazıyı Eduardo Galeano?nun "Düş Gücüne Övgü" başlıklı küçük anlatısıyla bitirelim:
"Bir kaç yıl önce, BBC Britanyalı çocuklara televizyonu mu, radyoyu mu tercih ettiklerini sordu. Neredeyse hepsi televizyon dedi. Bu, kedilerin miyavladığını, ölülerin nefes almadığını kanıtlamak gibi bir şeydi. Ama radyoyu seçen çok az sayıdaki çocuklardan biri şu açıklamayı yaptı:
--Radyoyu daha çok seviyorum, çünkü radyo dinlerken daha güzel şeyler görüyorum."