Bugünkü yazımı özel bir dosta, gazeteci Yılmaz Öztürk’e,  ayıracağım. Onu yitireli 6 yıl olmuş. Yiğit lâkabı ile anılır derler. Meslektaşları, yakın dostları arasında komünist Yılmaz diye bilinir ve sevilirdi. Sanıyorum, olaylara eleştirel yaklaşımı, paylaşımcılığı, zengin bilgi dağarı, insan duyarlılığı gibi birçok özelliği ile Yılmaz’a yapışıp kalmış bir Lakap, Aslında dostluğu ile gönendiğimiz, düşün dünyasını bizlerle paylaşan bir bilge kişiydi o. TGC’nin “Meslekte İz Bırakanlar” toplantısında geçen hafta Yılmaz’ı konuştuk. Duygu yüklü hoş bir toplantı olduk.

 

Yılmaz’ın en yakın arkadaşlarından biridir Niyazi Dalyancı. O günkü toplantıya yetişemedi ama “Yılmaz Öztürk’ün Ardından”  başlıklı bir yazıya döktü duygularını. Okurlarımın izniyle Niyazi Dalyancı’nın bu güzel yazısına bırakmak istiyorum köşemi. Umarım yaşam serüveninizde Yılmaz gibi dostlarınız eksik olmaz çevrenizden:

 

 “Atkestaneleri pembeli, beyazlı çiçek açtılar, hadi çık da Ayasofya meydanına şöyle bir yürüyüş yapalım.” Bahar aylarında gelirdi bu telefon. Yılmaz Abi Piyer Loti’deki yazıhanesinden ben de o sıralarda İstanbul Erkek Lisesi karşısındaki İstanbul Tabipler Odası binasındaki Bağımsız Basın Ajansı’ndan çıkıp buluşurduk. Bab-ı Âli’nin yalnızlaşmaya başladığı 1980 sonrası yıllardı. Gazeteler Güneşli’deki plazalara taşınmaya başlamıştı. Bu gezintilerimizde neler konuşmazdık ki! Hâlâ Bab-ı Âli diye sözünü ettiğimiz basın dünyasındaki son dedikodular, politika, askerlerin rolü, edebiyat ve hele matbuat âleminde Türkçeyi katledenler. Yılmaz Öztürk’ün en duyarlı olduğu önemli iki konudan birisi, oldum olası eksik ve ayıplı demokrasimiz, ikincisi ise dilimize gereken saygının gösterilmemesiydi.

 “Yahu, kimse bana rüşvet teklifinde bulunmuyor, sana geldi mi böyle bir teklif hiç?” Şakayla karışık basında giderek ayyuka çıkacak bozulmanın daha başlangıcındaydık. O her zamanki ince taşlama yeteneğiyle plaza gazeteciliğine gönderme yapıyordu.

Yıllar sonra, 2006’da Bab-ı Âli’nin tek gazetesi diye nitelediği Bizim Gazetede Turgay Olcayto’nun yazıları üzerine Cumhuriyet’te yayımlanan değerlendirmesinde şöyle diyecekti:

“Gün geldi, hiç olmayacak sanılan şey oldu. Bab-ı Âli’nin saltanatı sona erdi. Daha doğrusu ‘redd-i miras’a zorlandı tarih… Böylece, yoz kültürün ‘yeni yaşam’ biçimine, basın da yenik düştü… Arkasından, zaman yitirmeksizin, hızla ‘medya’laşarak, apar topar, büyük bir hevesle, İstanbul’un kırlarına, varoşlarına göçtü… İşin en acı yanı da, ‘sonradan görmelerin’ tezgâhladığı bu marifete, ‘çok bilmişler’le birlikte ‘doğuştan gazeteci’lerin de alkış tutması oldu.”

Yılmaz Öztürk’ün tırnak içine aldığı ‘sonradan görmeleri’ , ‘çok bilmişleri’ ve de bu ‘doğuştan gazetecileri’ bugün her zamankinden daha fazla tanıyoruz, biliyoruz değil mi?

Oysa 1970’li yıllarda Kadıköy yakasında oturan birçok gazeteci sanırım 9.10 vapurunda Yılmaz Abi ile buluşur konuşa konuşa Eminönü’ne geçer yürüyerek yokuşu çıkardık. Şimdi anıt mezarı andıran Marmaray istasyonu gibi ‘çağdaş’ yapılarla artık fiziki görünümünü de yok edilmiş Bab-ı Âli yokuşunun. Kimler yoktu ki o grupta, Osman Saffet Arolat, Melih Aşık, Necati Doğru, Eray Canberk ve başkaları. Akşamları da gene vapurla Kadıköy’e geçer, zaman zaman kendimizi çarşıdaki meyhanelerde bulurduk. Sevgili Semih Balcıoğlu’nun gazeteciyi bir bardak çay bir de simit ile simgelediği yıllardı. Yani gazetecinin parası olmazdı pek. Biz rakımızı, biramızı, Yılmaz Abi de sıkma portakal suyunu içer, o çaktırmadan hesabı öder ve evlerimize dağılırdık.

Yılmaz Öztürk az rastlanan türden yürekli bir aydındı. 12 Eylül darbesinden sonra yaşanan karanlık günlerde, bazı eş dostun selâmı sabahı kestiği dönemlerde, hemen hemen herkesin adını bile anmaya yeltenmediği İsmail Beşikçi’nin yanında yer aldı. Beşikçi hapishaneden hapishaneye gezdirildiği yıllarda Yılmaz Öztürk onun peşinden ziyarete gitti. Onu destekledi. O yıllarda bu iki aydının mektuplaşmaları Beşikçi Vakfı tarafından yayımlandı.

Türkiye’yi çok iyi tanıyordu. 1980 darbesi konusunda 2007 yılında dostu kentbilimci Ruşen Keleş anısına yayımlanan kitap için yazdığı yazıda şunları söylüyor:

“12 Eylül’de ‘kovboyun çocukları’ öncekilerden daha yaman çıktılar. Cumhuriyet’in temel dayanağı ‘laiklik’, açıkça bu ‘kifayetsiz muhteris’lerce çiğnendi. ‘Kara düşüncenin’ pervasızlaşması onlarla başladı. ‘Ilımlı İslam’ onların aymazlığı ile palazlandı. Egemenlik, onların zamanında kayıtsız şartsız ‘dolar’ın eline geçti.”

Yılmaz Abi gideli altı yıl oldu. Onun eksikliğini günümüzün hercümerci içinde daha fazla duyumsuyorum. Acaba hem adı var sanı yok Bab-ı Âli’de, hem çukurlara düşmüş siyasette olup bitenlere ne derdi? Yoksa o bile şaşar kalır mıydı?

Hâmiş: Bir merakım da, bu yazıyı okusa acaba ne kadar Türkçe yanlışı bulurdu?