“İnsan doğduğu anda yaşlanmaya başlar” diyor tıp uzmanları. Yaşlanmak doğanın canlılara doğumla verdiği bir armağan. Belki de yaşamın diyalektiğini kavrayabilmemiz için sunulmuş. Oysa hayatın gelgeçleri içinde zamanın zalimliğini, ömür denen sürecin kısalığını unutuveririz. Bir gün ardımıza baktığımızda didişmeler içinde geçen yaşantımızda renkli geçmiş anlara, güzelliklere neden onca az zaman ayırabildiğimizin yanıtını bulabilmemiz de güçleşir. Belli bir yaşın üstünde iseniz şöyle bir yoklarsınız kendinizi; sağlığınız, enerjiniz, çalışma gücü kapasiteniz hatta düş gücünüz ve yaratıcılığınız yerindedir. Ama yılların üzerinize yüklediği görünüm değişikliğinden kaçabilmeniz olanaksızdır. Beyaza kesen saç ve sakallarınız, yüzünüzde giderek artan kırışıklıklar. Gençlerin "Seni iyi gördüm abi" tümcesi üzerinde düşünür, türetilen böylesi sözcükler içinde "kendine iyi bak " tümcesine de için için öfkelenirsiniz. Tramvayda, otobüste bir genç size yer verdiğinde Karacoğlan’ın "Sakal seni makkabınan yolayım / Bir kız bana emmi dedi n’eyleyim" dizelerini anımsar da hüzünlü bir iç çekişle gülümsemez misiniz?
Yaşlanmak üzerine kalem oynatmak durup dururken aklıma üşüşüveren bir konu değil. Haber bültenlerinde ilişti gözüme. Dünya nüfusu giderek yaşlanmaktaymış. Gelişmiş ülkelerde gençler yaşanası olmaktan çıkan bu gezegene çocuk getirmekten kaçınıyorlar. Bozulan doğa dengesi, savaşlar, dört bir yanı sarıveren açlık ve yoksulluk insanların geleceğe güvenle bakmalarını engelliyor(muş). İşte bu nedenle Almanya, İngiltere, İspanya gibi ülkelerde vergi indirimleri, parasal destek gibi doğumu teşvik etmeye yönelik projeler geliştiriliyor. Aralarında bizim de yer aldığımız gelişmekte olan ülkelerde ise –çok şükür mü demeli - böyle bir sorun yok. Bu tür ülkelerde asıl sorun doğum kontrolü. Dini inançlar, bazı orta doğu ülkelerinde, Afrika’da, çocukların erken yaşlarında silahla buluşturulması, savaş alanlarına sürülmesi doğumu destekleyici faktörler olarak görülüyor.
Nüfus yoğunlaştıkça ekonomi alanda eşitsizlikler çoğalıyor. Fakirleşme döngüsü kırılamıyor. Neyse, işin bu tarafı iktisatçıları ve sosyal bilimcileri ilgilendiriyor.
Yaşlanma kimilerini korkutmaz pek. Bilinir ki genç yaşına karşın az çalıştırılmaktan ötürü beyinsel işlevlerini tam kapasiteyle kullanamayan kişilerin sayısı sanıldığından da çoktur. Aksi halde dünyanın dengesini bozacak, gezegeni çölleştirecek, savaşlar ve yıkımlarla insanlığı yok oluşun sınırlarına itecek beyinlerin egemen olmasının önlenebilmesi gerekmez miydi? Buna karşılık 80’li yaşlarını aşmış üretken, çağı yakalayabilen, pırıl pırıl zekaya sahip hayran olunası yazar, çizer ve sanatçının varlığı hala bir soluktur insanlık için. İşte 80’ini geride bırakan John Berger evrensel yazının ve kültürün bilgesi olarak dünyanın yüz akı değil midir? Afrika kökenli İngiliz yazar Doris Lessing sekseninden sonra Nobel edebiyat ödülü ile taçlanmadı mı? Hıfzı Topuz, Vedat Türkali, Refik Erduran, Çetin Altan, Nail Güreli, Altan Öymen yazarak, konuşarak, bilgi dağarlarını gençlere açarak, çalışma yaşamlarını yoğun biçimde sürdürmüyorlar mı?
Yine de yaşlı sözcüğü hüznü anımsatır insana. Şiirimizin ustalarından Behçet Necatigil de hüznün evlerin, yalnızlığın şairiydi. Yazıyı Necatigil’den bir şiirle sonlayalım:
"Yersiz

Güneş yüze vuruyor kendini az geri çek
Masa uzakta kaldı masayı az geri çek.
Ağaçların yangını güneş daha da kaydı
Bir başka yana gitsek bu sularda susuz
Bütün masalar dolu masayı az geri çek.

Yapraklar yorgun kuşlar eğdiler başlarını
Artık hiç yer kalmadı nereye kaçtı eller
Yüz nereye kaçacak duvarı az geri çek."