Kendimi iyi hissetmediğim zamanlarda -ki şu sıralarda bir hayli sık yaşadığım bir durum- kitaplığıma yöneliyorum. Bana güç veren, ufkumu açan yazarlarımdan birinin yapıtını alıyorum. Bir köşeye çekilip okumaya başlıyorum. Kim bilir kaçıncı kez. Olsun. Her okuyuşta sanki yeni tatlar buluyor, rahatlıyorum. Bu hafta sonu da böyle oldu. Keyifle sayfalarında dolaştığım kitap, Sabahattin Eyüboğlu’nun dilimize armağan ettiği Montaigne’nin Denemeler’iydi. Bildiğiniz gibi Montaigne (1533-1592) yalnız ülkesi Fransa’da değil hemen hemen dünyanın bütün ülkelerinde Denemeler’i ile ün yaptı. Kültür dağarı ve bilgeliği ile okurlarını aydınlattı. Yanılmıyorsam Türkçede de çevirisi en çok baskı yapan yabancı yazarlardan biri oldu. Beni asıl hayrete düşüren Montaigne’in yaşadığı çağı gözlemler, analiz ederken günümüzü de berraklıkla görebilmesidir. Kimi denemeleri sanki günümüz insanını anlatır. Mesela “Söz Özgürlüğü” başlıklı denemesinden bir bölüme göz atalım. Şöyle diyor bilge yazar;
“Kralların şaştığım tarafı hayranlarının bu kadar bol olmasıdır. Her şeyimizi emirlerine verelim ama düşüncemiz bize kalsın. Önlerinde bükülen dizlerimiz olsun, aklımız değil.” Ve filozof Juvanalis’in bir sözünü hatırlatıyor: “Yüksek mevkilerde sağduyuya az rastlanır” Montaigne’nin “Söz Özgürlüğü” başlıklı denemesinden son bir alıntıyla, yüzyılların ötesinden günümüze ayna tutan büyük düşün insanına saygı sunalım: “İster sözle olsun, ister davranışla, zorbalığın her çeşidinden nefret ederim. Düşüncemizi duyular yoluyla aldatan gösterişlere her zaman karşı koymuşumdur. Üstün sayılan insanlara yakından bakınca anladım ki çoğu, herkes gibi insandır.”
Melanthus’a Dionyssios’un bir tragedyası hakkında ne düşündüğünü sormuşlar. “Laf kalabalığından tragedyayı görmedim ki” demiş. Onun gibi, büyüklerin nutukları üstüne hüküm verecek olanlar da şöyle diyebilirler: “Bu kadar ciddilik, büyüklük, şatafat içinde sözlerin gerçek anlamı anlaşılmıyor ki. Bilgiçlik, çok yüksek mevki ve ünlerle de bir araya geldi mi büsbütün tehlikeli oluyor.”
İşte ünlü düşünürün gözlemleri böyle. İster istemez günümüz Türkiye’sinde düşüncesinden, düşüncesini yazıya dökmekten, sanata yansıtmaktan cezaevlerini boylayan gazeteci, yazar ve sanatçılara takılıyor aklımız. Düşüncemiz bize kalsın ilişmeyin diyoruz o ciddi suratlı politikacılara. Düşünmenin, hak aramanın, eleştiri getirmenin karşılığı cezalandırma olmasın. Halkın haber alma kanalları açık tutulsun ki halk gerçekleri öğrenebilsin. Özünde, savunageldiğimiz basın özgürlüğü kavramı tam da budur. Yazıyı, sözü, sanatı özgür bırakın. Bırakın. Ağlayan değil gülen, içten kahkaha atan bir Türkiye; barışın, kardeşliğin öncüsü bir Türkiye örnek olsun Ortadoğu’ya…
Şubatın 14’ü Saint Valentin yani “Sevgililer Günüydü”. Takvimler zaten özel günlerle tıka basa dolu. Şimdi tutup da Saint Valentin’in öyküsünü anlatacak değilim. Meraklısı internetten indiriverir. Sevgililer günü kavramına bir diyeceğim yok hatta sevdiğimi bile söyleyebilirim. Severim. El ele tutuşan, öpüşen genç çiftlerin mutluluğu, neşesi beni de sevindirir. Sevemediğim böylesi hoş anları kullanan, araçlaştıran anamal düzeninin pazarlama yöntemleri. Günün güzelliğini, romantizmini alış veriş çılgınlığına dönüştüren maddiyatçılığı. Kazanç hırsı. Yine de yazıyı sevgililer günü için seçtiğim bir şiirle sonlayayım. 2016’da doğumunun yüzüncü yılını kutlamaya başladığımız usta Şair Behçet Necatigil’den bir şiir. Gençliğimizdeki sevda kırgınlarımızın da şiiriydi. Sevgiyle olun değerli okurlar.
GİZLİ SEVDA
Hani bir sevgilin vardı
Yedi sekiz sene önce,
Dün yolda rastladım
Sevindi beni görünce
Sokakta ayaküstü
Konuştuk oradan buradan,
Evlenmiş, çocukları olmuş
Bir kız bir oğlan.
Seni sordu
Hiç değişmedi dedim,
Bildiğin gibi…
Anlıyordu.
Mesutmuş, kocasını seviyormuş,
Kendilerininmiş evleri
Bir suçlu gibi ezik,
Sana selam söyledi.