Yargının, hatalı olarak kullanılan “adaletin” hızlandırılması tüm siyasilerin demeçlerini kapsamış durumda. Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanmış olan taslakla yargı hizmetleri hızlandırılacak. Böylece yargının ve adaletin “süratli, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamak” istiyorlar.  

 

Kuşkusuz, hızlandırma tek başına yeterli değildir, asıl olan adil yargılanma hakkıdır.  

 

Her şahıs kendisine karşı ileri sürülen bir isnadın, bir suçlamanın esası hakkında karar verecek olan “kanuni, müstakil ve tarafsız” bir mahkeme tarafından davasının “makul süre içinde” bitirilmesini, “hakkaniyete uygun” ve “aleni surette” dinlenilmesini isteme hakkına sahiptir. Bu haklar, adil yargılanma hakkının en doğal sonucudur.

 

Tek başına “hız” ve tek başına yargının hızlandırılması yoluyla adalet sağlanamıyor. Hızlandırılmış yargı ile adaletin sağlanması amaçlanıyorsa eğer; “kanuni, müstakil ve tarafsız” mahkemesiz adalet olmuyor. Makul sürede yargılanmanın sağlanabilmesi için “hakkaniyete uygun” olma hali adaletin gerçekleşme şartı kabul ediliyor.

 

Adaletin sağlanması için yargı; gün ışığında yönetilmelidir.

 

Bütün bu ilkelerin, yargının hızlandırılması (veya çok sevilen deyimiyle adaletin hızlandırılması) için göz önünde bulundurulacağını umut ediyorum.

 

Umut etmek böyle bir duygu galiba. Herkes için hakkaniyete uygun yargılamanın makul sürede bitirilmesini umut etmek bile, adaleti umutla beklemenin bir sonucu belki de…  

 

Amaç, iyi çalışmayan adalet sistemini yeniden düzenlemekse, önce teşhiste yanılmayalım. Örneğin, önce sayılan Cahit Demirel–Türkiye (07.07.2009)  davasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, önünde bekleyen 140’ı aşkın davanın içeriğine bakarak yaptığı değerlendirmeye göre; “Türk ceza hukuku sisteminin iyi çalışmamasının neden olduğu yaygın ve sistemik sorunlardan ve Türk mevzuatının durumundan kaynaklandığını ve duruma çözüm bulunması için ulusal düzeyde genel tedbirlerin alınmasının gerekli olduğu” görüşündedir. (T.Hammarberg Raporu.12 Temmuz 2011. CommDH(2011)25

 

İlk teşhis, Türkiye’de ceza hukuku sistemi hiç iyi çalışmıyor. Sadece kanunların, kararların ve yazılı mevzuatın yazımı, yapımı ve hemen sonra panik mevzuatına göre yapılan kanun değişiklikleri değil, özellikle uygulamadaki olumsuzluklar yaygındır ve sistematik olarak yargı iyi çalışmamaktadır.

 

Sürekli yaşadığımız ve bildiğimiz gerçeklerin başında gelen yargıdaki sistematik olumsuzları dün biliyorduk. Bu gün ne değişti? Yargı sistemleri hakkında yazılan raporlar, kitaplar, yazılar sadece Türkiye’de değil tüm ülkelerde akıl almaz bir hızla çoğaldı. Çünkü tümü yaşanan olumsuzluklar ve insan haklarının önlenemez ihlallerinden kaynaklanan sorunları durdurmak istiyor… Ama buna karşın,  yargıda çoğalan sorunlara karşın yazılanları, tespitleri okumama hali ve sorunlardan ders çıkarmayı reddetme politikaları da çoğaldı. Kimse yazılan çizilenlere, yaşanan olumsuzluklara itibar etmiyor.

Sonuç olarak ortak akılla, ortadaki ortak sorunlara çözüm üretmekten hızla uzaklaşıldı. Herkes “kendi” siyasetini, hukuka egemen kılmak peşinde. Giderek, “kendi hukukları” onların, başkalarının hukuku ise başkalarının oldu. Siyaset hukuktan önce, hukuk ise herkesin kendi politikalarına göre belirlenmiş kurallardan sonra gelmeye başladı.

 

Bu durum belki de ikinci bir teşhis olabilir.

 

Türkiye’de herkes ifade özgürlüğünden yana ve herkes basın özgürlüğünü çok seviyor. Şimdi bu amaçla “erteme” ile ilgili bir yasal düzenleme yapılması düşünülüyor.  

 

Basın ve yayın yoluyla ya da “sair düşünce açıklama yöntemleriyle” açıklanmış olan düşünce açıklamaları hakkında “erteleme” geliyor. Bu tür suçlar eğer adli para cezasını içeriyorsa ya da cezanın üst sınırı 5 yıldan fazla olmayan hapis cezasını gerektiriyorsa; bu suçtan dolayı yapılmakta olan savcılık soruşturmaları, kovuşturmalar yani görülen ceza davaları ya da hüküm verilmiş ise mahkûmiyetler “askıya” alınacak. Savcılık soruşturmaları, kovuşturmalar yani ceza davaları ve verilmiş hükümler dahil suçların ve cezaların infazları “ertelenecek”

 

Eğer bu erteleme sonrası üç yıl içerisinde benzer bir suçun işlenmemesi halinde suç ve cezaların tüm sonuçları ortadan kaldırılmış olacak. Hakkında erteleme kararı verilen kişi, eğer erteleme kararının verildiği tarihten itibaren 3 yıl içinde aynı suçu işlemezse, hakkındaki ertelenmiş dosya işlemden kaldırılacak. Eğer aksi olur ve hakkında erteleme kararı verilen kişi aynı suçu işlenirse ertelenen soruşturma veya dava bu kez yeniden kaldığı yerden devam edecek…

 

Adalet Bakanının açıkladığı gibi, bu tür kanunları, daha önce geçmişte de yaptık…

 

Birincisi, 14.08.1997 kabul tarihli 4304 sayılı “12.7.1997 Tarihine Kadar Sorumlu Müdür Sıfatı ile İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesine Dair Kanun” (R.G. 14.08.1997 Mükerrer Sayı 23080) kabul edildiğinde, üç yıl süreyle sorumlu yazı işleri müdürlerinin suç ve cezaları ertelenmişti. İkincisi kez,  28.08.1999 kabul tarihli 4454 sayılı “Basın ve Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesine Dair Kanun” (R.G. 03.09.1999. Sayı 23805) kabul edildi ve üç yıl süreyle yeniden bir “erteleme” daha yaptık. Anayasa Mahkemesi bu Kanunun 1. maddesinin birinci fıkrasının “... basın yoluyla yahut sözlü veya görüntülü yayın araçlarıyla işlenmiş olup...” bölümünü Anayasa’ya aykırı buldu ve iptaline karar verdi (Esas Sayısı: 1999/39, Karar Sayısı: 2000/23, Karar Günü: 19.9.2000). Böylece bu Kanundan “herkes” yararlandı ve zaten daha sonra “Rahşan Affı” olarak anılan 4616 sayılı kanun çıkarıldı.

 

Gazeteciler ve kişiler için ifade özgürlüğünün kullanılması sonucunda ortaya çıkan “esas” sorunu çözmek yerine “ertelemeyi” seçiyoruz.

 

Soruşturma ve dava sayısını sürekli çoğaltan ve ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü sınırlandıran yasal mevzuat ve uygulamalardan kaynaklanan sistematik bozuklukları çözmek, asıl hedefimiz olmalıdır.

 

Aksi takdirde her iktidar kendi siyasetine uygun olan ama basın yayın fiillerinden dolayı kanunlarla başı derde girmiş olanları kurtarmak adına soruşturma ve davaları “ertelemekle”, ifade özgürlüğünü sınırlandıran sınırları ortadan kaldırmak yerine kendi siyasetine uygun olan anlayışla hukuka egemen olmayı seçmiş ve aslında, asıl sorunu ertelemiş olmaktadır.