Parlamentoda Türkiye İşçi Partisini temsil eden bir parlamenter Barış Atay. Tanışmışlığımız yok ama Türkiye Büyük Millet Meclisindeki oturumlarda yaptığı konuşmaları dikkatle takip ediyorum. İnsan hakları ihlallerine uğrayanların, kadın cinayetlerine kurban gidenlerin, yoksulların, ezilenlerin, işçilerin sesi oluyor. Aslında toplumda insan haklarını savunmak çeşitli platformlarda dile getirmek, iktidarı eleştirmek, parlamentoda da olsa, kolay iş değildir. Anında AKP’li, MHP’li milletvekillerinden ve de İçişleri Bakanından tepki görürsünüz. Bazen bu eleştirilerden öylesine alınganlık gösterirler ki tepkiler tehdide bile dönüşebilir.
Geçen gece Kadıköy’de Barış Atay’ın başına gelenleri okuyunca ülke olarak nasıl bir kaosa sürüklendiğimizi bir kez daha anladım. Eğer bir parlamentere bile üç beş zorba gece yarısı saldırıp hastanelik ediyorsa demektir ki şehirde yurttaşın hiçbir güvencesi yoktur. Kimdir bu magandalar. Güçlerini kimden alıyorlar. İktidar yetkililerinin muhaliflere karşı sarf ettikleri her sert sözden sonra bu zorbaları sokaklarda görmek olası hale geldi.
Yarın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yeni seçilen Başkanı Yargıç Spano Türkiye’ye gelecek. Olasıdır ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, yardımcıları ve Adalet Bakanıyla görüşecek. Elbette bu görüşmede İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararların Türkiye’de neden uygulanmadığı da sorgulanacak. Hak ihlalleri gündeme gelecek. Yargının bağımsızlığı tartışılacak. Bilemiyorum iktidar erki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanının barolarla, İnsan Hakları örgütleriyle görüşmelerine izin verecek mi? Aslında gönül istiyor ki, Türkiye, dış dünya nezdinde böylesine yalnız kaldığı bir dönemde parlamenter demokrasiye geçmenin çarelerini arasın. Muhalefetle kavga yerine barışı hedefleyen bir politika izlesin. Temel hak ve özgürlükleri kısıtlamak yerine daha çağdaş bir ülke imajını ortaya koysun. Cezaevlerindeki gazeteciler, aydınlar, politikacılar özgürlüklerine kavuşturulsun. Adalet mekanizması yeniden hukukun üstünlüğüne inanmış insanlarla doldurulsun. Bir düş gibi geliyor insana yazdıklarım. Oysa düş değil gerçek olmalı. Bu coğrafyada yaşayan insanlar öldürülmemeli, ölüme terk edilmemeli, yaşatılmalı. Bütün ideolojilerin ötesinde görmezden gelinmeyecek kadar değerlidir insan hayatı.
Türkiye devleti hep savaşı terennüm eden, yurttaşına asık suratlı, cezalandırıcı, despot bir ülke görünümü vermekten kaçınmalı diye düşünüyorum. Üstelik bu tavır toplumu giderek bölünmeye getiriyor. Toplumsal şizofreni halindeki bir ülkenin içinde şiddetin, cinayetlerin, arkası kesilmeyen kadın cinayetlerinin, tecavüzlerin artmasına neden şaşırıyoruz ki. Toplumu sağlıklı bir ortama getirmenin yolu yine de politikadan geçiyor. Devlet şeffaf olmadıkça, siyaset dövüş arenasından çıkmadıkça, yargı bağımsız olmadıkça, demokrasilerin olmazsa olmazı basın özgürlüğü, düşünceyi ifade özgürlüğü serbest kalmadıkça Türkiye uygar ülkelerin düzeyine ulaşamaz. İçinde bunaldığı yalnızlıktan da kurtulamaz.
Aslında yazmaya oturunca ne denli çok sorunumuz olduğu geliyor insanın aklına. Salgın her gün biraz daha artarken insan değerine verilen önem tersine azalıyorsa orada söz bitiyor demektir.
Dünya şiirinin önde gelen şairlerinden biriydi Paul Eluard (1895-1952). Fransa’nın İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı verdiği mücadelede ülkesi için çarpışmaktan çekinmeyen, İspanyol iç savaşında cumhuriyetçilere destek veren Uluslararası Tugay’da da yer alan Eluard özellikle “Özgürlük” şiiriyle bütün ülkelerde tanındı. Bu yazıyı da Fransızların büyük şairinden dizelerle sonlamak istiyorum. “Bir Karanlık Ayna içi” Türkçe söyleyen Can Yücel.
Hıncahınç bir kenar mahalle/Üstünde aylar sultanı ağustos günlerinden / Kıvıl kıvıl bir hale
Namus sözümüzden bu çember / Duramaz olmuş yerinde / Öfkemizden döne döne yanar
Burası Bazilika sokağı / Bu bir okulun sokağa bakan yüzü / Kurşunlardan böyle çiçek bozuğu
Kala kala bunlar kaldı çiçekten yana / Açmış duvarları üstünde felaketin / Bulanıp insan teninin beyazlığına
Bazilika sokağının göbeğinde / Duvarlar bizden yana olmuş / Yediveren bir damga üzerlerindeHürriyet aşkıyla oyulmuş