Sevdiğim bir şehirdi Sivas. Kangal ilçesine bağlı bir köyde yedek subay öğretmenlik yapmış, kentin hemen yakınındaki Temeltepe’de de 4 ay askeri eğitim görmüştüm. 1965 yılında Sivas’a veda ettiğimde en kısa sürede yeniden dönme, edindiğim dostları görme isteğim baskındı. Ama yaşam kavgası içinde bırakın gitmeyi aziz dostlarım Vasil’e, İsmet’e bir kart bile atamayacak kadar duyarsız kaldım. Yıllar geçti ama içimdeki Sivas’ı, Kangal’ı, köyümdeki öğrencilerimi yeniden görmek özlemi hiç bitmedi. 1993’te Madımak Katliamı’nı duyduğumda şoka uğradım. Bu benim yabancıya kucak açan, tartışmaya açık, hoşgörülü Sivas halkıyla bağdaştıramadığım bir olaydı. Ya da Sivas değişmişti. Çağdaş yaşamdan uzak kendi kafalarındaki toplum mühendisliğine soyunanların ektikleri kötülük tohumları tutmuştu demek. O günlerde otel yangınından sağ kurtulanlarla görüştüm. Gazeteci dost Sami Karaören’in anlattıkları korkunçtu, otelden erken ayrıldıkları için canlarını kurtarabilmişlerdi. Gelen haberler de öyle. Madımak Otelinde gözü dönmüş yobazlarca ikisi güvenlik görevlisi 37 can diri diri yanmaya bırakılmıştı. Askeri birliklerin bulunduğu Kabakyazı kente bu denli yakınken saldırganlar nasıl dizginlenememişti? Kentin sorumluları neredeydi? Böyle korkunç bir toplu cinayete nasıl herkes seyirci kalabilirdi? Toplu kıyım insanlığa karşı işlenmiş bir suç değil miydi? Sorular uzayıp gidiyordu. Kimi yetkililere göre tahrik vardı. Aziz Nesin’in varlığı bile tahrik sayılıyordu. Şu “tahrik” sözcüğünü özenle yerleştirin belleğinize. Günümüzde de  toplumsal olaylarda polisin, tipini beğenmediği yurttaşları özelde de gençleri; şoven milliyetçilerin ise Kürt, Ermeni, Rum, Alevi, Hristiyan yurttaşları nefret söylemlerine katık etmelerinde hep “tahrik unsuru” geçerliliğini korur. Gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin, sanatçıların çağdaş yapıtlarına takıntılı, her taşın altında müstehcenlik arayan iktidar yalakalarının sıklıkla kullandıkları bir argümandır da bu sözcük ki her eyleminizde sizi adli makamlara dek götürür. Madımak bir ülke utancıdır. Tıpkı Kahramanmaraş’ta, Çorum’da daha önce yaşananlar gibi. Ders almamıştır devlet ve iktidarlar. Toplumun belleğinin zayıflığına güvenilmiştir besbelli. Uzunca bir süredir de yaşanan zulümleri, acıları unutturmaya çalışıyor kimileri. Ana akım medya da üstünü örtmeye  örttürmeye gayret ediyor. Sanıkların bir bölümü elini kolunu sallayarak kaçtı. Mahkemenin 12 Mart 2012  tarihli kararı bazı sanıklar için zaman aşımının yolunu da açtı. Unutalım, unutturalım istiyorlar ama yağma yok. Ne ülkenin aydınları, ozanları, eli kalem tutanları unutacak ne de ölenlerin aileleri, çocukları, torunları... Şimdi iktidardan beklenen Madımak Otelinin bir an önce “utanç müzesine” dönüştürülmesidir. Bu yapıldığında siz siyasetçilerin   vicdanlardaki  mahkumiyetiniz de belki bir nebze  hafifler.
Bir süredir İstanbul dışındayım. Çok istediğim halde dün gece “Menekşeden Önce” belgeselini izleme olanağım yoktu. Madımak’ta ölenlere adanan, proje sorumluluğunu Halide  Eldem’in yaptığı, Yönetmenliğini Soner Yalçın’ın üstlendiği ve Fazıl Say’ın müziği ile kotarılan belgeseli umarım yayımlayacak yürekli bir televizyon kanalı çıkar. Madımak’ta yitirdiğimiz tüm dostların anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Yazıyı Madımak Katliamı’nda  aldığı ağır yanıklar yüzünden, olaydan kısa süre sonra yitirdiğimiz Şair Metin Altıok’un bir şiiri ile  bitirmek istiyorum.
                       Düşerim
Bazen oturduğum yerde
Kendi kendime dalıp giderim,
Bulanık geçmişimle.
Genişleyen halkalar çizerim,
Bir düşün uyanık imgesine
Gölünüze taş düşerim
Sizse hep konuşursunuz
Sığınıp kof sözlere,
Kaçarak kendinizden
Uğuldayan hüznünüzle,
Telaşla geceyi bulursunuz.
Gözünüze taş düşerim.
Bu yazı 2 Temmuz 2012’de yazıldı ve yayımlandı.