AKP’nin 4. Olağan kongresi 30 Eylül 2012 tarihinde Ankara’da yapıldı. Bazı gazetelerin gazetecileri bu kongreye alınmadı. Dolayısıyla Cumhuriyet, Aydınlık, Sözcü, Gözcü, Evrensel, Yeniçağ ve Birgün gazetelerine yasak uygulandı. Başbakan partisinin 2 Ekim 2012 tarihli grup toplantısında bu yasaklamayı savundu.

“Birinin bahanesi şu, bazı gazetelerin kongreye davet edilmemesi. Davet etmem. Bu bizim sorumluluğumuz. Mecbur muyuz davet etmeye? Nereden çıkıyor bu? Her gün her türlü hakareti yapacaksın, yalan yanlış her türlü şeyi yazıp söyleyeceksin. Eee. Buna rağmen seni davet edeceğiz. Yok böyle 25 kuruşa simit. Niye çağıralım? Neymiş? Basına medyaya engel konulmazmış. Doğru, koyulmaz. Biz zaten koymuyoruz, öyle bir derdimiz yok. Ama o medya bize saygısızlık ettiğinde, yalan yanlış haberlerle her gün küfür yağdırdığında ona haddini bildirmek de bizim cevabımızdır. Başkaları da oradaydı: O gün salonda olup bize saldıran yok mu? Yine var. Onlarla tıklım tıklım doluydu. Biz 3-5 tanesine böyle bir şey uyguladık. Niye rahatsız oluyorlar? Onlar bu ülkenin başbakanını remzedecek ifadeler kullanırken, attığımız her hayırlı adımı tamamıyla ağza alınmayacak ifadelerle değerlendirirken buna kimsenin sesi çıkmayacak, bundan mutazarrır olan, zarar gören bir parti kongresiyle ilgili böyle bir takınınca suçlu duruma düşecek.”

Başbakan ve AKP’nin basına yasak koymasının kabul edilebilir bir yanı yoktur. Ama, buna inanıyor ve iktidardaki parti olarak kendi inanışlarına uygun davranıyorlar.  Hükümet ve AKP, yok böyle 25 kuruşa simit diyor. İster beğenin ister beğenmeyin. Simit, artık pahalı.  

Şaşılacak bir olay değil. Tüm iktidarlar ve hükümetler basını sevmezler ve istemezler. Bilinen bu gerçek sadece bir kez daha kanıtlanmıştır. İktidarlar, basın özgürlüğünü savunur gibi gözükürler, ama basın özgürlüğünden yana değildirler.

Karşılaşılan gelip geçici bir durum mudur? Asıl sorun, iktidarların sansür biçimlerine karşı nasıl bir basın özgürlüğü istenildiğini sorgulamak ve bir karara varmaktır.

Nasıl bir özgürlük ve nasıl bir basın özgürlüğü istiyoruz?

1980’de Unesco Genel Konferansında, MacBride’ın  “Bir çok Ses, Tek Bir Dünya” başlıklı Raporu kabul edilmişti. Üzerinden yıllar geçti ama hala önemli bir başvuru kaynağı.

Bu Raporda bu gün araştırılması ve sorgulanması gerektiğine inandığım şu soru soruluyor: Acaba talep edilen özgürlük hangi temeller üzerine oturmalıdır?    

Basın özgürlüğünü istiyoruz ama acaba bu özgürlüğü nasıl temellendirdiğimizi tartışmalıyız Basın özgürlüğü ile ne istiyoruz?

Toplumun veya yurttaşların iletişimden yararlanma özgürlüğü, herhalde enformasyon alanında, medya alanında yatırım yapan ve kar elde etmek isteyen girişimcilerin anladığı anlamda bir özgürlük olmasa gerek.

Anlatım özgürlüğü ilkesi, yalnızca insan saygınlığı adına bütün dünyada hiçbir istisna tanımayan ve herkese uygulanabilin ilkelerden biridir.

Bu nedenle İnsan Hakları Evrensel Bildirisine göre anlatım özgürlüğü herkesin hakkıdır ve her birey bu hakka sahiptir. 1978 UNESCO Bildirgesinde “ görüş özgürlüğü, anlatım özgürlüğü ve enformasyon özgürlüğünün, temel insan hak ve özgürlüklerinin bir parçası olarak kabul edildiği” belirtilmiştir.

Siyasal ve ekonomik gücü ne olursa olsun yetkeye, yani yasaklama gücü olan otoriteye karşı büyük savaşımlar, ağır bedeller ve hatta bazı savunucuların yaşamları bahasına elde edilen anlatım özgürlüğü / basın özgürlüğü demokrasinin en değerli kazanımlarından birisidir ve aynı zamanda onun en temel güvencesidir.

Bu özgürlüğün varlığı ya da yokluğu, belli bir ülkede bu özgürlüğün kullanımı ile ilgili çeşitli biçimler altında ortaya çıkan görünümlerden anlaşılır. Yetkenin, yaptıkları ve yapmadıkları bu özgürlüğün varlığı ya da yokluğu hakkındaki en geçerli göstergelerdir. 

Adı geçen Rapora (sayfa 20) göre soruna nasıl baktığımız, özgürlük sorunu kadar önemli. Bu gün bile, birçok yerde ve birçok durumda ticari, ekonomik, siyasal, sosyal nitelikli bin türlü sansür biçimi ile saptırılmış, savunucularına verilen gözdağları ve cezalarla sindirilmiş ya da tek biçimli bir görüşün zorla kabullendirilmesi yoluyla, anlatım özgürlüğü içeriğinden boşaltılmıştır. Anlatım ve basın özgürlüğünü kabul etmiş olmak bunun uygulanmasını sağlamak anlamına gelmiyor. O yüzden, örgütlenme, sendikalaşma gibi diğer özgürlüklerin kullanılmasına karşı her engel, anlatım özgürlüğünün ortadan kalkmasına neden oluyor.

Özgürlük, yasaklama gücü olan otoritenin (yetkenin) açık saldırısına uğramadığı zamanlarda bile, iletişimcilerin ve medya mensuplarının kendilerine uyguladıkları oto sansürle sınırlandırılabilir.

Gazeteciler, yalnızca çekingenlik, iktidara karşı aşırı saygı, haber kaynaklarından mahrum kalma kaygısı gibi nedenler yüzünden haberi haber yapmaktan vazgeçebilirler. Bu alışkanlık haline geldiğinde ise artık oto sansür, zorlayıcı bir baskıya dönüşmüş demektir.  

Bu sorundur ve gazetecinin kendi isteği ile sessiz kalması, razı olması, karşı çıkmaması ve dayanışmadan çekilmesi biçimleri günümüzde asıl tartışılması gerekendir.

Otoritenin yaptıklarına karşı birkaç gazetecinin eleştirisi, birkaç demeç, birkaç açıklama yeterli midir?  Bir simit, bir çay ve gazetecilik yapıldığı yıllardan günümüze geçen yıllar içinde özgürlükler için ne kadar ağır bedeller ödendiğini akılda tutmak gerekiyor. Gerçekleri halka anlatmak, haber alma hakkı ve anlatım özgürlüğü için ne yapılmalı?

Olanlar, yeniden karşılaşılacak sansürler uygulanana kadar unutulacak mı? Simit artık pahalı değil, çok çok pahalı olacak.

Yaşadığımız ülkede, “birçok ses” yerine, bir tek ses isteniyor.   

Yetkenin bu isteğine karşı anlatım ve basın özgürlüğü savunucuları ne istiyor?