Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyine sunulan “Genişleme Stratejisi ve Başlıca Zorluklar 2012-2013” başlıklı Bildirim’de (10.10.2012COM(2012) 600), Karadağ, eski Yugoslavya Makedonya Cumhuriyeti, Sırbistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Türkiye ve İzlanda’ya ilişkin sonuçlar yer alıyor.

Birliğin genişleme politikası en son 2012 yılı Raporunda da yazılı olduğu üzere kırk yıldan fazla bir süredir devam eden bir politika.  Bu politikanın özü, Avrupa kıtasındaki “insanların birleşik bir Avrupa oluşturma çabasına katılma yönünde meşru isteklerine” yanıttır.  “Ulusları ve kültürleri bir araya getirerek, AB’yi farklılık ve dinamizm katarak” zenginleştirmektir. Başlangıçta 6 ülkeyle başlamıştır. Üye sayısı en son 27’ye ulaşmış ve 01.07.2013 tarihinde Hırvatistan’ın katılımı ile bu sayı 28 olacaktır. AB üye devletlerinin dörtte üçünden fazlası eski “genişleme” ülkeleridir.

Avrupa Birliği çok önemli sorunlar içinde olmasına rağmen, umutlar yitirilmiş değil…   

Acaba biz AB içinde var mıyız yok muyuz? Olacak mıyız yoksa olmayacak mıyız? Türkiye’nin AB’nin genişleme politikası karşısındaki konumu nedir?

AB, 2012 – 2013 yılı aralığında Türkiye’nin durumunu “pozitif gündem” olarak belirlemiş.

Yani, “Türkiye 2011 Genişleme Stratejisi Belgesi ve Aralık 2011 tarihli Konsey Sonuçları esas alınarak, Müzakere Çerçeve Belgesi ve ilgili Konsey sonuçları doğrultusunda, katılım müzakerelerinin desteklenmesi amacıyla Mayıs 2012’de Türkiye-AB ilişkilerine yönelik pozitif gündem başlatılmıştır. Pozitif Gündem, siyasi reformlar, dış politika alanında diyalog, AB müktesebatına uyum, vizeler, hareketlilik ve göç, ticaret, enerji, terörizmle mücadele ve Türkiye’nin AB programlarına katılımını da içeren geniş bir yelpazedeki ortak ilgi alanlarını kapsamaktadır.”

Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen, AB’ye katılım sürecinin merkezine yerleştirilen ve gelecekteki müzakerelerin zemini oluşturacak olan “hukukun üstünlüğü” ilkesidir.

O halde pozitif gündem uygulanacak olan Türkiye’yi önümüzdeki müzakere sürecinde bekleyen tek yol haritası, hukukun üstünlüğüdür.

Ama Türkiye, AB ile ilişkilerinde başlangıç noktasından da geriye düştü.

Daha Raporun başındaki tespitlere göre, “hukukun üstünlüğü” ilkesi nedeniyle karşımıza çıkacak sorunları günlük politikalara ve söylemlere terk etmeden serinkanlılıkla değerlendirip Türkiye için ve kendimiz için çözümler üretmeliyiz.  

Çünkü Rapora göre; yeni anayasa çalışmaları, oldukça demokratik ve katılımcı bir süreçle başlatılmıştır. Peki ya sonrası? Başlangıçta Türkiye’nin ulusal raporlarına yansıyan siyasi kriterlerin “tam olarak karşılanması” konusunda önemli ilerlemeler sağlanmış olmasına rağmen, “duyulan endişelerin” arttığına dikkat çekilmektedir.

Daha dün ve geçmiş iktidarlar döneminden beri süregelen en temel sorunumuz ve hükümetlerin birbirine devrettiği mirasımız olan “temel haklara saygı gösterilmesi” hakkında “durum ciddi endişe kaynağı olmaya devam etmektedir.”

Raporun altını çizerek yaptığı tespite göre; “Bu durum, özellikle özgürlük ve güvenlik hakkı, adil yargılanma hakkı, ifade özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme özgürlüğünün sıklıkla ihlal edilmesine neden olan terörizm ve örgütlü suçlara ilişkin hukuki çerçevenin geniş çaplı bir biçimde uygulanmasından kaynaklanmaktadır. Ermeni meselesi veya ordunun rolü gibi hassas addedilen birçok konuda tartışmalar sürerken, uygulamada basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar ve yazarlara ve gazetecilere karşı açılan birçok dava, önem arz etmeye devam etmektedir. Sonuç olarak, oto-sansür yaygın hale gelmiştir.”

Aynı tespit “ifade özgürlüğü” başlığı altında şöyle ifade ediliyor: “İfade özgürlüğüne ilişkin olarak, Üçüncü Yargı Reformu Paketinin kabul edilmesini takiben bazı gazeteciler uzun süren tutuklu yargılanmanın ardından serbest bırakılmıştır, cezai soruşturmalar konusunda basına yönelik kısıtlamalar azaltılmıştır ve yazılı eserlere yayımlamadan önce el konulması yasaklanmıştır. Ancak, ifade özgürlüğü ihlallerindeki artış ciddi endişe kaynağı olmuş ve basın özgürlüğü uygulamada daha fazla kısıtlanmaya devam etmiştir. Özellikle örgütlü suçlar ve terörizme yönelik hukuki çerçeve ve mahkemeler tarafından yorumu istismar edilmeye açıktır. Bütün bunlar, çıkarları düşünce ve bilginin serbestçe yayılmasının ötesine geçen işlerle uğraşan sanayi gruplarının medyada yoğunlaşmasıyla bir araya geldiğinde, oto-sansür yaygın bir olgu haline gelmektedir. İnternet sitelerinin sıklıkla yasaklanması ciddi bir endişe kaynağı olmaktadır ve internet kanununun revize edilmesi gerekmektedir.”  

Rapora katılırsınız veya karşı çakarsınız. Hatta Türkiye’nin çıkarları bakımından AB ile olan ilişkilerini kendi ulusal politikanıza uygun görmeyebilirsiniz…

Kıbrıs sorunu dâhil hayatın her alanı kapsayan Raporun tespitlerini; “ama”, “ancak”, “lakin”, “fakat”, “her ne kadar” gibi kelimelerin başında bulunduğu cümlelerle eleştirebilirsiniz de.

Ama bu Raporda yer alan bir tespit doğru değil midir?  

Bilerek ve isteyerek uygulamalarla yaratılan bugünkü ortamda, Türkiye’de herkesin ifade özgürlüğü hakkı önüne konulan sınırlandırmalarla, cezalandırma tehdidi ve ceza davalarıyla gerçekleştirilen oto-sansürdür.

Oto-sansür yaşadığımız bir gerçektir. Böylece ifade özgürlüğü hakkının açıkça ihlal edilmesinin daha tercih edilebilir bir politika olarak uygulanmasına razı bile olabilirsiniz. Hiç olmazsa, her şey açıktır ve ifade özgürlüğü hakkı verilmeyecektir veya izin verilen çerçevede kullanılacaktır, siz de bunu bilirsiniz zaten! İstenilen de tam tamına budur ve yaratılan da böyle bir ortamdır ve aslında bu gerçek ileri demokrasinin, demokrasisidir.

Oto-sansür mekanizmaları acaba hayatın her alanında uygulanabilir mi?

Eğer evet diyorsanız, benim duyduğum faşizmin ayak sesleridir.