Kısa bir yürüyüşe çıktım sabah. Yoğun bir pus var, küçük ağaçlara, çiçeklere boyun eğdiren sert bir rüzgar da. Arada bir pusu aralayan güneş bir telaş saklanıveriyor bulutların arasına. Yüreğimdeki kaygıyı az da olsa dağıtmak için çıktığım yürüyüş tam tersine içimi daraltmaya başlıyor. Hani Nâzım’ın dediği gibi “hava kurşun gibi ağır.” İyi de, ülkede nicedir insanı rahatlatıcı, ufkunu serinletici bir hava oldu mu ki, dedi birden iç sesim. Bu moral bozukluğu yakıştı mı şimdi. Evet, gün günden kötüye gidiyor ülkede ama yine Nâzım’ın diliyle
“Demeğe de dilim varmıyor ama
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim”

    
Doğruyu söylüyordu iç sesim. Kulak vermeliydim. “Ne yazmalı” dememeli doğruları gerçekleri yazmayı sürdürmeliydik. “Ne yapmalı” demeden bu topraklarda barışın, demokrasinin yeşerebilmesi için güçlerimizi bir araya getirmeliydik. Gazetecisi, yazarı, akademisyeni, sanatçısı, bilim insanları ile dayanışma içinde olmalıydık. “Bana dokunmayan bin yaşasın” mantığının ne denli yanlış olduğunu bir gün mutlaka zulmün onları da bulacağını, tarihten örneklerle halka anlatmalıydık. Bunları yapamadık. Gazetecilerin büyük bölümü biat ve çıkar ilişkileri yüzünden evrensel gazetecilik ilkelerini çiğnediler. Meslektaşları aleyhine suç oluşturacak sahte haberler ürettiler. Hiç bir dönemde gazeteci sıfatını hak etmeyen kişiler, gerçek gazetecileri polise, savcılara ihbar ettiler. Rektörler “Bundan sonra rektörleri ben atayacağım” diyen Cumhurbaşkanını köşkte ayakta alkışladılar, hukukun üstünlüğü ilkesi bir kalemde siliniverdi. Gazeteciler tutuksuz yargılanır çağdaş demokrasinin olduğu ülkelerde. Bizde ise önce gözaltına alınır, ardından tutuklanır sonra yargılanır. Yargıdan beraat kararı çıktığında ise sadece “pardon” denir. Bu uygulamaya da adalet deniyor. Cumhuriyet gazetesine yapılanlar, ülkenin aydınlık insanlarını hapse tıkmalar, milli iradeyle seçilmiş bir partinin genel başkanını ve parlamenterlerini evlerinden toplayıp cezaevine koymalar AKP iktidarına özgü nasıl bir demokrasiye sahip olunduğunun açık bir kanıtıdır. OHAL’i falan da bahane etmeyin bari rejimin adını da koyun olsun bitsin.

İşte bir yürüyüş macerası kafamda oluşturduğum bu düşüncelerimle bitti. Yazmak için o bilgisayarın başına oturduğumda iç sesime kulak verdiğim için rahatlamıştım. Umutluydum. Ne badireler atlatmıştı bu ülkenin aydınlık, düşünen, sorgulayan insanları. Şimdiki zulmü, baskıyı da atlatacağız, “Ekmeğimi gözyaşıma bandım da yedim” diyor Şair, Aktör Cahit Irgat yılların ötesinden. Bizler o kuşakların ardıllarıyız, barışın, kardeşliğin, demokrasinin ve sevginin bu topraklarda yeşereceğine olan inancımızı hiç kaybetmedik şimdiden sonra asla kaybetmeyeceğiz.

Gelin bu yazıyı da bir şiirle sonlayalım Fransız yazınının büyük ustalarından Yazar, Senarist ve Fransız dilinin önde gelen şairlerinden Jacques Prevert’in bir şiiriyle; KUŞBAZIN ŞARKISI Orhan Suda’nın çevirisinden okuyalım:

           Usul usul uçan kuş
           Kan gibi ılık kırmızı kuş
           Sevecen kuş alaycı kuş
           Ürkek kuş
           Çırpınan kuş
           Kaçmak isteyen kuş
           Yapayalnız şaşkın kuş
           Yaşamak isteyen kuş
           Ötmek isteyen kuş
           Bağırmak isteyen kuş
           Kan gibi ılık kırmızı kuş
           Usul usul kaçan kuş
           Senin yüreğindir güzel çocuk
           Korka korka kanat vuran yüreğin / Tomur tomur yüreğin