Kadı, şeriat mahkemesi yargıcıdır.
Kadı, “Hüküm manasına olan kaza maddesindendir ki dâva ve muhasamaları (iki taraf arasındaki zıtlıkları, düşmanlıkları) hal ve fasl için veliy-ül-emir (emir sahibi, amir) tarafından nasp ve tayin olunan zattır”.
Eskiden Emeviler ve Abbasiler kendilerini Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri olarak gördükleri için “kanun koyucu” olduklarını düşünürlerdi. O yıllarda mahkemeye hakimleri hükümdarlar tayin ederdi. Hakimler de idarenin bir parçası ve hükümdarın vekili sayılırlardı. Daha sonraları hakimler Halife tarafından atanmaya başlamıştı.
Abbasi Halifeliği döneminde vilayet kadılarını atama görevi Halifenin, denetimi ise valilerindi. Rüşvet aldığı için suçu sabit görülen Mısır Kadısının cezasını Halife Harun vermiştir. Suçlunun saçının ve sakalının tıraş edilerek, dövülüp bir eşeğin üzerinde halka teşhir edilmesi ise vilayetin valisine havale edilmişti.
İslam toplumunda “güçler ayrılığı” gibi bir ilke yoktu.
İlk Halifeler “hukuk” yapmak için kendilerine Allah tarafından verilmiş “güçleri” olduğu iddiasıyla bazı kararlar verdiler. Şeriat meselelerini çözümleme bilgisi diyebileceğimiz şeriat bilgisi yani, fıkhın özünün oluşmasında ortaya hukuk yapıcıları çıkmış oldu. Böylece onların ürettiği hukuk daha sonra medreselerde, mahkemelerde fetva verme sürecini yarattı. Bu dönemlerde bizzat hakimler kendi verdikleri kararlarda yasama işlevlerini de üzerlerine almış oldular.
Aslında “içtihat” ve “caiz olup olmadığı” bu yasama süreciyle ilgilidir.
Bu süreçte “içtihat kapısının kapanması” denilen tartışmanın asıl amacı; şeriata uygun “sabit bir hukuk külliyatı” oluşturmak ve bu dondurulmuş hukuku esas almak suretiyle içtihatlarladeğişebilecek hukuki yenilenme sürecine son vermekti.
Oluşturulmuş hukuk külliyatı ne iş görür? Hukuk, bu dönemde şeriattan ayrılabilir mi?
Şeriata bağlı olan hâkim (kadı) temsilci ya da atanmış/tayin edilmiş kişi olarak yetkiyi hükümdardan almaktadır. Hâkim ise hükümlerinde; şeriata ve şeriatla ilişkili kendi vicdan ve kanaatine bağlıdır.
İzahı çok basittir. Mahkemeye kadıyı hangi otorite tayin ederse etsin o, şeriata göre hükmetmelidir. Onu tayin eden, atayan yönetici ise “şeriata aykırı olmamak” koşuluyla verilen hükme birtakım kararlar ekleyebilir…Ama ne olursa olsun kadının mahkemesinde işleyen temel hukuk külliyatı şeriata göredir. Nihayetinde bir kadının verdiği hüküm onun Allah karşısındaki kendi sorumluluğudur ve o ahiret hayatında onun için hesap verecektir (Zubaida, Sami. İslam Dünyasında Hukuk ve İktidar. Bilgi Ünv.Yayınları. Şubat 2008).
Böyle bir hukuk külliyatı hukuki özerlik yaratabilir mi?
Bir nebze olsun “hukuki özerklik” vardır denilse ve içtihat kapısı aralanmış olsa bile; siyasi iktidar açısından hukukun özerkliği veya kadıların bağımsızlığı geçersizdir.
Hukuku yönetmek isteyen yöneticilerin kadıları/hakimleri tayin ve denetleme bakımından yetkileri ellerinde tutmak suretiyle yarattıkları kayırma ve hamilikleri sarayların lütuflarıyla kurulan bir düzenden ibaretti. Hukuk, yoktu, hükümdarlara vardı!
Hukukun ve kendisinin özerkliğini sağlamaktan yoksun bir yargı düzenin hiçbir geleceği ve hukuku yoktur ve olmamıştır zaten…
Çünkü hukuk; insanlar içindir, yeryüzünün işidir.
24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması imzalandıktan hemen sonra Mustafa Kemal Ağustos’ta Meclis Başkanı seçildi…Meclis, Ankara’yı başkent yaptı. İstanbul’u siyasetten uzaklaştırıldı ve sadece halifeliğin merkezi olarak bırakılmış oldu.
29 Ekim 1923’te Meclis, Türkiye’nin bir Cumhuriyet olduğunu ve Mustafa Kemal’in de Cumhurbaşkanlığını ilan etti.
Buna karşı 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kuran muhalif milliyetçiler Halife’yi Cumhurbaşkanı olarak tutmak istiyorlardı. İstanbul muhalefeti bu yolla halifeliği tüm İslam dünyasının bir kurumu haline dönüştürmek ve bir çeşit İslam Papalığı yaratmak peşindeydi. Olmadı, yapamadılar. 3 Mart 1924’te Halifelik kaldırıldı, Osmanlı Hanedanı sürgüne gönderildi ve muhalifler tutuklandı.
İstanbul muhalefetine böylesine bir karşılık verilmiş olması aynı zamanda ülkeye çağdaşlık ve laikliğin yerleştirilmesi mücadelesinin başlangıcı oldu…
Cumhuriyetin bütün kazanımlarını reddetmek üzerine kurulu siyasetler ne çağdaştır ne de laikliği korumak isterler. Yeniden önceki hukuk külliyatına dönülemez.
Ne şeriat kaldı…
Ne halife ne hükümdar kaldı mahkemeye kadı tayin edecek…
Ne kadı kaldı ve ne de veliy-ül-emir…
Ve Mahkeme kadıya mülk değildir…
Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
Cumhuriyetin adalet ve hukuk anlayışı insan haklarına saygıdır, insan haklarını korumak olmalıdır.
Cumhuriyet, yaşadığımız topraklarda devlete hâkim olan rejimdir.
Bayramlık bir emanet değil, aksine egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
Laik, demokratik ve sosyal hukuk devletinin “Cumhuriyet ve Egemenlik Bayramı” hukukun gerçek özerkliğidir, kutlu olsun!