5 Eylül 2020 Cumartesi. Bu gün yazı yazılmaz.
Her gün, gün doğuyor Eylül’ün beşinden beri.
Ama yazılmış yazılar, yazılır.
“Şiddet ve terörden yakınan herkesin, insan haklarının korunmasından yana olması gerekiyor. Geride bıraktığımız yıllarda böyle olmadı. Şiddet ve terörden yakınanlar, insan haklarına sırt çevirdiler, görmezlikten geldiler.
Oysa çağına etkin bir biçimde katılmanın yolu, öncelikle insan haklarını korumaktan ve savunmaktan geçiyordu.
İnsan hakları; hukuk devletinin, demokrasinin ve iç barışın ayrılmaz bir parçası. İnsan haklarının savunulmadığı bir ülkede, hukuk devleti işletilemiyor. Hukuk devletinin savunulmadığı bir ülkede insan hakları ve iç barış sağlanamıyor. Hukuk devletine, insan haklarına ve barışa işlerlik-süreklilik kazandırılamayan ülkelerde ise demokrasi kurulup işletilemiyor.
Sonuçta bize göre hukuk devleti, bize göre insan hakları, bize göre barış ve bize göre demokrasi üretiliyor. İlhamını totaliter eğilimlerden alan "bize göre"li rejimleri yaşatabilmenin tek yolu ise baskıdan geçiyor.
12 Eylül’le birlikte başlayan bu yeni yöneliş, Anadolu topraklarında şimdiye dek görülmemiş boyutta bir baskıyla sağlanmaya çalışıldı. Baskı kimi zaman işkence olarak yaşandı, kimi zaman işkence sayılacak uygulamalara dönüştürüldü. İnsan haklan açısından her ara dönem, geriye ortak acılar ve ortak utançlar bırakarak tutanaklara geçti.
Tutanaklar insan bilincinin kin ve öfke ile biçimlendiğini gösteriyor.
Tutanaklardan insan bilincinin alt yapısının, çiğnenen insan haklarıyla oluştuğu anlaşılıyor. Pahalı bir bedel, yüklü bir fatura bu.
İnsanlardan, tek tek insanlardan oluşan bir faturanın bedeli eğer demokratik bir gelecek için ödeniyorsa, çekilen acıları unutmak kolay.
İnsan haklarını, hukuk devletini, örgütlenme haklarını, ekonomik ve siyasal hakları tartışırken, bunlar için ödenen bedelleri düşünürken artık bir tek ölçüye, demokrasiye zorunluyuz.
Geçmişte iç savaş politikaları izleyenlere karşı halkta gelişen bir direnme eğilimi söz konusu idi. Bugün ise salt kurumlarıyla da olsa, oturmuş bir rejim “sözüm ona demokratik rejim” söz konusu. Zorunluluğun ana eksenini oluşturan bu çelişkiyi aşmanın çözümü, kin ve öfkeden arındırılmış bir demokrasi kavgasından geçiyor.
Daha da ileri gidilerek şu söylenebilir: Böyle zor dönemlerde siyasal ideolojik farklılıkları, ortak bir insan hakları paydasında birleştirmek gerekiyor. Siyasal düşünce ayrılıklarının, uygar kavga ortamını yaratmak için, bu paydanın oluşması gerekli. Çocuklarımıza iyi birer anne-baba olmanın bence tek koşulu bu. Çünkü, onların düşmanlıklarının çocuklar arasında acımasız bir savaşa dönüştüğünü yaşayarak gördük. Bu savaşın ileride, insana yakışan biçimde yapılmasının tek koşulunun, insan haklarına dayalı demokratik bir rejim olduğunu öğrenmek için yüklü bir fatura ödendi.
Bunca acıya, bunca cana karşın durum bugün eskisinden pek farklı değil. Onlara, “başınız dik yürüyebilirsiniz, alnınız açık gidebilirsiniz, çünkü siz tarihsiniz” diyemeyiz. Onlar için yapabileceklerimiz var. İnsan haklarına aykırı davrananları açığa çıkarıp-sorgulayıp cezalandırıp bir iç barış dönemine geçişi sağlamak olası. (…)
Bir de şu var: Gazetecinin çağının tanığı olduğuna inanıyorum yıllardır. İnsanın gerçekler karşında susmasının katılmak olduğuna daha çok inanıyorum artık
Erbil Tuşalp
22 Mayıs 1986 – Ankara”
Nasıl anlatmalı yürüyüşünü, omuzundaki ağır yükünü?
Romain Rolland’ın Jean-Christophe’u gibisin!
Ermiş Christophe nehirden geçmiş ve bütün gece akıntıya karşı yürümüştü. Sol omuzunun üstünde zayıf, fakat ağır bir Çocuk vardı. Yola çıktığını görenler kıyıya ulaşamayacağını söylemişlerdi ve Erbil, sen yola çıktığında sana da öyle söylemişlerdi. Gecenin karanlığında bile akıntıya karşı yürümeye devam ettin, Christophe gibi.
Arkanızdan bağrışmalar oldu, onları duyamayacak kadar uzaklardaydınız artık, omuzundaki çocukla. Ama çocuğun sakin sesini duyuyordun. Onu bir yerlere yetiştirmeliydin…
Çocuk senin gibi bir devin sol omuzunda oturmuş ve uzun saçlarını çekerek “Yürü” diyordu.
Christophe gibi sen de iki büklüm ve gözlerini ilerideki karanlık kıyıya dikmiş sol omuzundaki çocukla yürüyordun. Nefes nefese kaldın ama kimseyi nefessiz bırakmamak için sol omuzundaki Çocukla yürüdün, yürüdün…Dik yamaçları ağarmaya başlamıştı kıyının.
Yürüyüşün bundan sonrasını Romain Rolland şöyle bitirmiş…
“Birden Anjelüs çanı duyuldu, irili ufaklı başka çan sesleri de karıştı buna. İşte tan yeri ağarıyor! Kıyının dimdik kara cephesinin ardında, yenilmez güneş, altın rengine bürünmüş gökyüzünde yükseliyor. Christophe tam düşecekken, sonunda kıyıya ulaşıyor ve çocuğa, “İşte geldik!” diyor. “Ne kadar ağırmışsın! Söyle Çocuk, kimsin sen”
Ve Çocuk cevap veriyor: “Doğan günüm ben” …
Erbil, merak edersin, haberin olsun.
Yazılarından birisi değil ama sen haber oldun bu defa, birkaç gazetede.
Sol omuzundaki Çocuk…
Dilim varmıyor söylemeye, elim gitmiyor yazmaya.
Erbil, sol omuzundaki Çocuğu karşı kıyıya ulaştırdın.
Her gün; gün doğuyor, Eylül’ün beşinden beri.