Osmanlı’da tecavüz büyük bir günah, ama aynı zamanda bir mülkiyet meselesi olarak görülmüş. Tecavüz bekâretin “çalınması”ymış ve bu yüzden erkeklik organıyla hırsızlık sayılmış…
Mahkemeler tecavüz suçunun kanıtlanmasını isteyen kadından “tanık” isterlermiş, yoksa eğer; tecavüz edenin yemin etmesini… Erkekler yemin ederek suçtan kurtulur, ama kadınlar mahkûm olurlarmış… Bir de erkekler tecavüzü “evlenme yolu” olarak kullanırlar, aslında olmayacak bir evliliği kıza ve ailesine kabul ettirmeye çalışırlarmış. Çünkü tecavüzü kabul etmeleri durumunda mahkemenin “evlilik önerdiğini” bilerek bu suçu işledikleri de olurmuş.
Osmanlı’nın yaşamında bildiklerimiz, bilmediklerimiz veya doğru sandığımız yanlışlar neler?
Gazeteci Mustafa Alp Dağıstanlının “Bildiğin Gibi Değil / Osmanlı” adlı kitabı Can Yayınları tarafından yayınlandı. Kitabın “Önsözüne” göre, üç kıtaya yayılmış bir imparatorluk, hükmettiği topraklardaki halkların yaşam zenginliğine sahip olarak muazzam bir çeşitlilik ve çok şaşırtıcı gerçekler yaratmıştı. Bu kitap muazzam zenginliğin tamamını sergilemek iddiasında değil, alçakgönüllü bir çalışma. Osmanlı gerçeklerinin klişelerden daha anlamlı olduğunu anlatmak istiyor…
Kitabın Önsözünde yazıl tarihçi Cemal Kafadar’ın “Tarih yok olanla değil, bir zamanlar var olanla ilgilidir” sözlerinden yola çıkarak kitaptaki iki bölümden alıntı yaparak günümüze taşıyalım.
“Bildiğin Gibi Değil / Osmanlı” kitabında Mustafa A. Dağıstanlı şu soruyu soruyor: “Tecavüz yaygın mıydı” ? Sorurun yanıtı tek kelime: Yaygındı.
“Tecavüz, zina ile aynı kapsamdaydı, Zina (evlilik dışı gönüllü cinsel ilişki) kelimesi tecavüz yerine de kullanılıyordu: "Eğer bir avret veya kız, 'Bana zina kıldun,' dese, er inkâr eylese... "
İşin aslı, İslam hukuku da, Osmanlı kanunları da tecavüzü bir tür mülkiyet meselesi olarak görüyordu. Tecavüz eden (zina işleyen de) büyük bir günah işlemiş, "sirkat bi'z-zeker" ile (erkeklik organıyla hırsızlık) birinin hakkını çalmış oluyordu. Tecavüz, bekâretin "çalınması”ydı. Onur kıncı olması, yarattığı travma, kadının psikolojik yıkımı mahkemeleri ilgilendirmiyordu.
Mahkeme kayıtlan da tecavüzün yaygınlığını gösteriyor. Mahkeme kayıtlarının gösterdiği bir şey daha var: Tecavüz davalarında tecavüzün nasıl gerçekleştiği ayrıntılı şekilde tasvir ediliyordu. Demek ki, tecavüz kurbanları, toplumca "damgalanmaktan" çekinmiyordu. Belki de damgalanmayı göze alıyorlardı; çünkü mahkeme, verilecek ceza ve alınacak tazminata değer biçmek için suçun bütün ayrıntılarını bilmek istiyordu. Şeriata göre, tecavüzün cezası recm (taşlanarak ölüm) idi. Ama uygulanan ceza bu değildi. Osmanlı mahkemeleri de ikinci Halife Ömer'in izinden giderek, suçun kanıtlanması halinde, bakire tecavüz kurbanlarına tecavüzcüsüyle evlenmeyi öneriyordu. Kurban bunu kabul etmezse tazminata hükmediliyor ve suçlu bazen şeriatın öngördüğü bedensel cezaya çarptırılıyordu.
Mahkemelerin tecavüzcülere ağır cezalar verdiği, kurbanlar için bir şekilde adaleti sağladığı oluyordu, ama tecavüz suçunu kanıtlamak hiç de öyle kolay değildi. Kanıtlamanın zor olması, tecavüzün önüne geçilemeyişindeki en önemli faktördü. Kadınlar tecavüz iddialarını kanıtlamak için tanık göstermeliydi. Tanık yoksa iş sarpa sarıyordu. Kurban ve tecavüzcü kendi ahlaki sağlamlıklarını kanıtlamak için tanıklar gösteriyordu, onlar da aynı şey için başka tanıklar gösteriyordu. Mahkemeler için erkeğin tanıkları kadının tanıklarından daha muteberdi. Eğer tecavüz zanlısı erkek, toplum içinde kadından daha yüksek bir konumdaysa durum çok daha zordu.
17. yüzyılda Kahire'de yaşanan şu olaya bakalım: Süveyşli bir kadın, hacı olmuş bir şeyhin kendisine tecavüz edip "muhibbe kıldığını" (cinsel güdülerini uyandırdığını) ve sokak kadını haline geldiğini söyleyerek şikâyetçi oldu; tazminat istiyordu. Şeyh, tabii ki, bütün iddiaları reddetti. Kadın kanıt da gösteremeyince suçlu bulundu ve şeyhi rahatsız etmemesi istendi.
Yine Kahire'de 19. yüzyılda yaşanan şu olay daha ibret verici: Genç bir hizmetçi kadın bir gün evin reisinin tecavüzüne uğramıştı. Ama ne yapacağını bilememiş, sırrını kimseye söyleyememişti. Ailenin yanında kalmaya devam etti. Çok geçmeden hamile olduğunu anladı ve mahkemeye başvurdu.
Aile reisi, tabi ki, inkâr etti, "Evim caminin yanında, namazımda niyazımdayım, asla böyle bir şey yapmam, şerefli adamım ben” dedi. Genç kadın tanık gösteremedi. Adam suçsuz bulundu. Kadının adamdan uzak durması istendi.
Tanık yoksa kadın genellikle tecavüz zanlısının mahkemede yemin etmesi isteniyordu. Yemin Mahkeme için önemliydi. Ama galiba erkekler için pek önemi yoktu; çünkü yemin etmeye çağrılan erkeklerin neredeyse tamamı iddiaları reddetmiş görünüyor.
Bir de tecavüzü bir evlenme yolu olarak kullanan erkekler vardı. Kendileriyle evlenmek istemeyen kadınlara tecavüz ediyorlardı. Bu erkekler, genellikle, toplumsal statü bakımından, tecavüz ettikleri kadınların dengi değildi. Tecavüz yoluyla, aslında olmayacak bir evliliği kıza ve ailesine kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Çünkü tecavüzü kabul etmeleri durumunda mahkemenin evlilik önerdiğini biliyorlardı. 19. yüzyılda Mısır'ın Asyut kentinde bir bakire, evliliğe zorlama amacıyla kendisine tecavüz eden bir adamı mahkemeye şikâyet etmişti. Adam kadının anlattıklarını kabul etti ve kadınla evlendirilmesini istedi. Kadın reddedip adamın azarlanmasını ve tazminat ödemesini talep etti. Mahkeme kadının talebini yerine getirdi.” (Sayfa 81-83)
Kitapta sorulan bir başka soru: “Çocuk gelinler var mıydı?”
“Vardı. Ne sıklıkta olduğunu bilmiyoruz ama nadir olmadığını biliyoruz.
Fakat İslam hukuku, bizim bugün çocuk dediğimiz insanları çocuk saymıyordu. Fiziksel olgunluk işaretleri görülebilen erkek ve kızlar buluğa ermiş sayılırdı; bu da en az 12 yaş demekti. Bu olgunluk işaretleri yoksa kızlar 17, erkekler 18 yaşında reşit sayılıyordu. Yani, hukuken reşit olmak, fiziksel, cinsel, zihinsel olgunluğa bağlıydı. Ama evlilikler 12 yaş altında da görülüyordu.
Daha yaygın olduğunu bildiğimiz durum, küçük yaştaki çocukların evlenmesi için söz kesilmesiydi. Söz kesme durumunda kız çocukları bazen ergenliğe ulaşana kadar müstakbel kocalarının evinde yaşıyordu. Fakat söz kesilen kız çocukların, evlilik çağına gelip cinsel olgunluğa ulaştıklarında, bu evliliğe itiraz haklan vardı ve rastlanılan bir durumdu bu. Ayrıca, Osmanlı'nın da benimsediği Hanefi
hukukuna göre, kadın, ergenliğe erişmeden önce kendisi için düzenlenmiş evliliğe, artık "baliğa" ve "akila" (yasal ve toplumsal olarak olgun) hale gelince son verebilirdi.
13 Mayıs 1696'da Afyon mahkemesinde konuşan Ümmühan adlı köylü kıza kulak verelim: "Ben 15 yaşındayım, baliğa ve akile olmam hasebiyle kendi adıma karar alabilecek hakka sahibim." Ümmühan, çocukluğunda nişanlandıkları Yazıcızade Mustafa'yla evlenmek istemiyordu. "Ben kendimi Allah'ın emri ve Peygamber'in şeriat-ı mutahharası üzerine üç kumaş kaftan, bir altın küpe, bir sim kuşak, bir entari, bir çift sim bilezik ve bir pabuçtan... oluşan mehr-i muaccel ve bin dirhem mehr-i mueccel ile Ahmed'e evlendiriyorum. "
l540'ta Ayntab'ın (Antep) bir köyünde çocuk yaştaki İne, yine çocuk yaştaki Tanrıvirdi ile evlendirilmişti. Karıkoca hayatı yaşamaya başlayana kadar Tanrıvirdi'nin babasının evinde yaşayacaklardı. Fakat İne, bir gün, kayınpederinin tecavüzüne uğradığını söyleyerek olayı mahkemeye taşıdı. (Bir çocuğun derdini mahkemeye taşıyabilme imkânına dikkat)
Fakat çocuk gelin, en azından her yerde, normal kabul edilen bir şey de değildi. l541'de Çağdığın köyünden yine Ayntab mahkemesine taşınan şu dava ibret verici: Hüseyin Fakih adlı adam, üvey kızı Sultan'ı Ali'yle evlendirmek için Ayntab Kadısı Seyyid Cafer Hazretleri'nden izin almıştı. Bunun üzerine çocuk gelini almak için Çağdığın köyüne gitmişlerdi. Gelgelelim, köyün ihtiyarlarının küçük bir itirazı vardı. "Kız çok küçük; sabırlı ol, büyüsün. Sizler ahlaklı adamlarsınız," demişlerdi. Damat adayı Ali, mahkemede yakınıyordu: "O günden beri bekliyorum. Lakin o zaman resmi nikâhımız kıyılmamıştı." Ali, beklemekten bıkmış, Sultan için verdiği başlık parasını geri almak için dava açmıştı. Bu davada köy ahalisi, sadece evlilikte anlaşan ailelere değil, sancak kadılığına, iktidar sahiplerine de kafa tutmuştu; olayı anlatan Leslie Peirce'in dediği gibi, eşsiz bir örnekti.” (Sayfa 182-183)
17 Kasım 2016 tarihli TBMM Tutanaklarına göre; AKP milletvekilleri Mehmet Muş, Ramazan Can, Halis Dalkılıç, İlyas Şeker, Hacı Bayram Türkoğlu ve Mücahit Durmuşoğlu tarafından Ceza Muhakemesi Kanunu hakkındaki Tasarı görüşülürken bir geçici madde önerisi geldi: "(2) Cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın 16.11.2016 tarihine kadar işlenen cinsel istismar suçunda, mağdurla failin evlenmesi durumunda, Ceza Muhakemesi Kanununun 231 inci maddesindeki koşullara bakılmaksızın hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına, hüküm verilmiş ise cezanın infazının ertelenmesine karar verilir. Zamanaşımı süresi içinde evliliğin, failin kusuruyla sona ermesi halinde fail hakkındaki hüküm açıklanır veya cezanın infazına devam olunur. Bu fıkra uyarınca fail hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına veya cezanın infazının ertelenmesine karar verilmesi durumunda, suça azmettiren veya işlenişine yardım edenler hakkında kamu davasının düşmesine veya infazın ortadan kaldırılmasına karar verilir." (TBMM. Genel Kurul Tutanağı 26. Dönem 2. Yasama Yılı 22. Birleşim 17.11.2016 Perşembe)
“Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme” 20 Kasım 1989’da kabul edildi, 20 Kasım Çocuk Hakları Günü olarak kutlanıyor.
20 Kasım Dünya Çocuk gününden önce cinsel istismar suçlarının affedilmesi için “mağdurla failin evlenmesi”ni araç/çare olarak Meclise getirmek; tarihin, utancın ve ahlakın en acı halidir.