Türkiye Cumhuriyet tarihinin halkına en çok acı veren, zulmeden dönümlerinden birinin simgesel adıdır 12 Mart. Tıpkı 12 Eylül gibi. Demokrasiye açılan kanalları kapatan bir koca tıkaçtır. Yazıya başlarken bir yandan da düşünmeye çalışıyorum. Nasıl ve kimlere anlatmalı o karanlık günleri. Popüler kültürün kıskacındaki genç kuşaklara, toplumun bellek yitimine tutulmuş bireylerine, politikaları sık sık değişen sansasyon içerikli gündemler peşinde ağız dalaşı yapan siyaset esnafına mı? Yakın siyasi tarihimizin insanlık ayıpları ile dolu sayfalarına ulaşmayı engelleyen devlet erki ki, aynı zamanda kamuoyunun bilgilenme, gerçekleri öğrenme hakkının üstüne de bir şal örtmekten geri durmamıştır. Denizler idam edilmiş, Sinan Cemgiller, Mahir Çayanlar ve nice genç insan yargısız infazlarla yok edilmişlerdir. 
Devletin gençlerine şefkatli kollarını değil demir yumruğunu gösterdiği yıllara girilmiştir böylelikle. Düşünen, sorgulayan, okuyan, üreten emekçiler, aydınlar özellikle de gençler devlet gözünde kuşkulu sıfatıyla dışlanmışlardır. Sendikalar, siyasi partiler kapatılmış, üniversiteler denetim altına alınmış, öğrencilerine anayasal haklarını, temel hak ve özgürlüklerini anlatan hocaların işlerine son verilmiştir. Siz şimdilerde ‘makul şüphe’ kavramını yenilerde duymuş olabilirsiniz. Ama bilin ki bugünkü iktidarın çeşitli adlar ve çeşitli yasa paketleri ile getirmeye çalıştığı baskıcı, totaliter yönetim biçiminin temeli 12 Mart 1971 de atılmış, 12 Eylül 1980’de de eser ortaya çıkmıştır. Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, özerk kurumlar bir bir değer yitimine uğramıştır. Sıkıyönetimler, olağanüstü haller olağan hale gelmiş, sıkıyönetim mahkemeleri ülkenin yüz akı yazarları, gazetecileri, sanatçıları komik iddianamelerle yargı önüne çıkarılmış. Sol cunta kurmak, darbe teşebbüsü gibi suçlamalarla cezaevlerine göndermişlerdir.
 İlhan Selçuk’un da aralarında olduğu kimi aydınlarsa yeri gizli tutulan köşklerde kurulu sorguculardan işkence gördüler. Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Vedat Günyol, Yaşar Kemal’in eşi Tilda Gökçeli, İlhan Selçuk, Çetin Altan, Prof. Dr. Çetin Özek gibi aydınlara Selimiye kışlası mekan oldu. Gazeteci kimliğimle her sabah Selimiye’de duruşma salonuna girdiğimde onları sanık sandalyesinde görmek acıların en büyüğünü yaşatıyordu. Birbirini izleyen askeri darbelerin ve o darbelerden nemalanan siyasetçilerin halklar üzerinde bıraktığı onulmaz çöküntüyü, yarattığı ürkü ve edilginliği ne yazık ki günümüzde de yaşıyor yurttaşlar. 
Çünkü darbe rejimlerinin yasaları, uygulamaları makyajlanarak aktarılıyor günümüze. O yılların cuntalarını savunan kimi aktörleri hâlâ ortalarda, yeni maskeleri ile televizyon ekranlarında, paraşütle konumlandırıldıkları gazete köşelerinde yeni efendilerini etekliyorlar. Kandırılmış, dinsel bağlarla kenetlenmiş, çıkarlara el açmaya alıştırılmış, bir çoğunlukta soluk alıp verenler için elbette geçmişi öğrenmek, geçmişten ders çıkarmak söz konusu olamaz. Hal böyle olunca da çağdaş demokrasiye, bilimsel akla gönül vermiş üç beş akademisyenin, gazetecinin, yazarın çizerin, emek örgütlerinin uğraşı da ezber bozmaya yetmiyor elbette.
12 Martlar 12 Eylüller şimdiye dek topluma salt kaos getirdi, yurttaşlar arasında ayrımcılığın, muhbirliğin, rüşvetle iş yapmanın tohumlarını attı. Düşünen, düşündüğünü ifade eden bireyleri devlet mekanizmalarından, bilim yuvalarından uzak tuttu. Adaletin saygınlığına, dürüstlüğüne gölge düşürdü. Yerlerinden yurtlarından edilen aileler kendi vatanında göçmen olmaya zorlandı. İşkenceye uğrayarak sakat kalan, kayıplara karışan insanların kesin sayısından söz edebilmek günümüzde bile olası değil. Sansür, kapatılan, toplatılan gazeteler, hizaya getirilmeye çalışılan yürekli kalemlere uygulanan baskı yöntemleri darbe dönemlerinin alışkanlıklarıydı. Sırf bu nedenle günümüz iktidarını daha iyi anlıyoruz. Neden düşünen yaratıcı beyinlere, dürüst gazetecilere düşman gözüyle baktıklarını da. Eleştiriye tahammülsüzlüklerine de. Neden barışı sevmediklerini de. Neden savaşı, çatışmayı, kavgayı daha çok sevdiklerini.  
. Bir köşe yazısı çerçevesine sığdırmak zordu 12 Mart’ı. Çoğunluğun ilgisini çekmeyeceğini bildiğim halde yazdım. Yazmalıydım da. Yazıyı Cemal Süreya’dan bir şiirle sonlamak istiyorum. “Di Gel “
 
“Hem ayrıldık hemi de öldük
Kimimiz haritanın bir ucunda; kimimiz öbür
Kimimizin gözlerinde jandarma mavisi
Kimimizin bayrağı naftalin içinde.
Ah! İnanmadık bir türlü inanamadık
Gökyüzü acıyım demedi bize,
Kaç turna sürüsü süzülüp gitti
Buğdaylar kaçıncı sarardı üstümüze
Ah! Umutsuz türküler yaktık, ağladık
Biz dayanamaz olduk gayrı
Di gel gayri zalım ürüzger
Di gel…”