Kahramanmaraş merkezli depremin üçüncü haftası doldu. Depremzedelerin acıları, üzüntüleri bir nebze olsun giderilemedi henüz. Depreme uğrayan 11 ilden kaçabilme olanağını yakalayan insanlar başka kentlerde yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlar. Yıkılan evlerinin, kaybettikleri yakınlarının anılarını da birlikte götürüyorlar.

Öte yandan Güneydoğu’da artçı depremler birbiri peşi sıra yeni yıkımlara yol açıyor. Az hasarlı diye ayakta kalan binalar bu kez yıkılıyor, yeniden ölü ve yaralılar kayda geçiyor. Şu yazıya oturduğum anda bile Malatya’dan 5’in üstünde deprem haberi geliyor. Deprem bölgesinde bulunan bir coğrafyada oturup da bu denli aymazlığa kol açmış başka bir ülke var mı bilemiyorum? Ne var ki olan bitenden ders alma gibi bir geleneği edinememişiz hiç. Şimdi resmi verilere göre 50 bine yakın insanımızı kaybettikten sonra “Devleti yönetenlerin halklarıyla bütünleşmesini beklemek hakkımızdı” diye düşünmekteydim. Ama olmadı. Tersine bütün kurumlarıyla birlikte devlet de enkaz altında kaldı. Şimdi acıdan kavrulmuş yürekleriyle evinden, yurdundan olmanın ızdırabıyla öfkeleri burnunda depremzedeleri azarlamakta devlet erkimiz. “Gereği yapıldı” sözüne inanmasını bekliyorlar depremzedelerin. Oysa onlar barınacak yer bulmakta, üç öğün beslenme şansı yakalamakta zorlanıyorlar. Gelen yardımların kimi yerlerde koordinasyonsuzluktan yurttaşlara ulaşamaması da ayrı bir sorun. Başını sokacak bir çadır bulan aileler kendini mutlu sayıyor. Kızılay konusuna hiç girmek istemiyorum. Çünkü içinde yaşadığımız düzende iktidarın kuyruğuna yapışıp nemalanan o kadar çok kuruluş var ki. Hangi birinden söz etsek. Gönüllü çalışmalara ket çeken AFAD’ı mı desek, yoksa Diyanetin, tekkelerin yurttaşlara yardım etmeleri gerekirken IBAN gönderip para istemelerini mi?

Geçtiğimiz cumartesi, pazar iki futbol maçı oynandı İstanbul’da. Maç öncesi spor kulüplerimiz futbolcularıyla birlikte depremzedeler için kaşkoller, bereler ve oyuncaklar attılar. Tribünlerde toplanan 40 biner kişilik taraftar grupları da depremde ihmalini gördükleri iktidarı protesto ettiler. Gelin görün ki, her konuşmalarında Türkiye’nin ileri demokrasiye ulaştığını söyleyen iktidardan bu protestolara tepki geldi. Hatta Devlet Bahçeli tepkisini öylesine abarttı ki “Maçlar seyircisiz oynansın” dedi. Yıllardır üyesi olduğu Beşiktaş Kulübü’nden istifa etti. İçişleri Bakanı Soylu ise Beşiktaş tribünlerine polis yollamakta gecikmedi ve yurttaşlarını tehdit edercesine “hodri meydan” dedi.

Yurttaşlar bir yandan depremin yaralarını sarmaya uğraşırken bilim insanlarının uyarılarına kulak vererek geleceklerini düşünürlerken iktidarın her gün biraz daha sertleştiği gözden kaçmıyor. Deprem gibi büyük bir felaketin ihmalini kabullenmeyip seslerini çıkaranların vay haline! Kendilerini, halkla doğru haberi, gerçekleri paylaşmakla görevli hisseden gazeteciler, mesleklerini yerine getirmek için büyük özveriyle uğraşıyorlar. Depremde yitirdiğimiz gazeteci sayısı 30’u aştı. Öte yandan kendilerini hiç sıkılmadan gazeteci diye tanımlayan iktidar dalkavuğu yazarlar var. Depremi unutturmanın çabası içinde “Artık yas bitti, yaraları sarıyoruz, normalleşelim” tadında yazılar döktürüyorlar. Bu nasıl bir vicdansızlıktır. İnanamıyorum. Oysa 6 Şubat büyük felaketinin unutulması hiçbir biçimde olası değil. Bizler bu depremde yaşananları, yiten insanlarımızı, yıkılan kentlerimizi unutmayacağız. Hatta yurt dışından gelen 70’i aşkın ülkenin gönüllülerinin de unutacaklarını hiç uzannetmiyorum.

Dünya edebiyatının ünlü isimlerinden Deneme Yazarı Montaigne’i (1533-1592) dün gece Sabahattin Eyüboğlu’nun o akıcı üslubundan bir kez daha okudum. Denemelerinden biri “Saklanan Kötülükler” adını taşıyordu. Yazımı sonlarken Montaigne’in bu denemesini okurlarla paylaşmak istedim: “Günahlarımızı ortaya dökmek, ayıp olsa bile, bunun örnek olup herkese uygulanması tehlikesi pek yoktur. Aristo der ki, insanların en çok korktukları rüzgarlar, saklı yerlerini açan rüzgarlardır. Alışkanlıklarımızı saklayan o saçma örtüleri sıyırıp atmak gerekir aslında. Niceleri vicdanlarını kerhaneye gönderip davranışlarını kurallara uyduruyorlar. Hainler, katiller bile nezaket kurallarını benimsiyor, ödevlerini bundan ibaret sayıyorlar. O kadar ki haksızlığın kibarlıktan yana, kötülüğün edepten yana bir eksiği olmayabiliyor. Ne yazık ki kötü insan budala da olmayıp kötülüğünü edep altında saklamasını beceriyor.”