İnsanların yaşam hakkını umursamayan bir dönemi yaşıyor dünya. Küreselleşmenin uluslararası yakınlaşmaya yol açacağı, kültür alışverişinin bireylerin yaratıcı özelliklerini ortaya çıkaracağı, kardeşliğin, sevginin, insan haklarının temel alındığı bir gezegende yaşanacağı düşleniyordu. Tersi oldu. Küreselleşme Ortadoğu ve Arap Yarımadası’na bitmeyen tükenmeyen savaşlar, ölüm ve açlık getirdi. Bölge, insanlık utançlarının yaşandığı, şiddetin kol gezdiği yabancı güçlerce sömürülen bir yeni coğrafyaya dönüştü, gelişmekte olan ülkelerin yer altı, yer üstü servetleri, kültürleri talan edildi. Din, mezhep farklılıkları kullanılarak aynı ırktan hatta aynı soydan insanların birbirini boğazladığı bir cangıla döndü Ortadoğu. Emperyalist devletlerin ve uluslararası sermayenin, demokrasi götürme savıyla doğrudan müdahale ettikleri çatışmalarda bebekler, çocuklar, kadınlar kine, nefrete hedef oldular. Ölümün ne çok çeşidi varmış öğrendiler. Hayatta kalabilenler ülkelerinden, evlerinden kovuldular. Savaştan, şiddetten, zulümden kaçan, başka ülkelere sığınmak isteyen insanların başlattığı göç, 21.yüzyıla şimdiden insanlığın utancı damgasını vurmuş bulunuyor.
Türkiye elbette bu kaosun dışında kalamazdı. Nitekim rahmetli Özal’ın “Bir koyar üç alırız” prensibine uygun bir politika izleyen iktidar, bütün yakın komşuları ile bağlarını kopardı. İçeride din temelli, baskıcı bir sisteme yöneldi. Özellikle Fethullahçı darbe girişiminin bastırılmasının ardından ilan edilen olağanüstü hal ülkede var olan özgürlüklere yönelik baskıyı daha da arttırdı. Kamuoyunun haber alma, bilgilenme, gerçekleri öğrenme kanalları tıkandı. Muhalif gazete, televizyon, radyolar kapatıldı. Matbaalarına, stüdyolarına el konuldu. İktidarın dış politikasını eleştiren Kadri Gürsel, Hüsnü Mahalli gibi dış politika yazarları, Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay gibi edebiyat dünyasından isimler tutuklandı. Basın tarihimizin en köklü gazetelerinden biri olan Cumhuriyet gazetesinin yazarları, çizerleri yöneticilerinin de aralarında olduğu 10 değerli gazeteci, haklarındaki suçlamanın ne olduğunu öğrenemeden 46 gündür özgürlükten yoksun cezaevinde yatıyorlar. Ve hâlâ kendilerine gazeteci diyebilen iktidarın koltuğuna sığınmış birileri, bu sayede elde ettikleri köşelerinde, gerçek gazetecileri iktidara, savcılara, gözü dönmüş eli sopalı çetelere hedef gösteriyorlar. Bir zamanlar omuz omuza çalıştıkları, eğlendikleri arkadaşlarını şimdi itibarsızlaştırmaya, yok etmeye uğraşıyorlar. İnsanlığın öldüğü bir noktadayız anlayacağınız.
Çevremizi saran bu korkunç kaos, insani ilişkiler kadar ülke ekonomisini, ahlaki değerleri, bilime dayalı eğitimi, sanatı, kültürü de etkileyecek. Şimdilerde gencecik insanları kurban verdiği şehir terörünü de getirdi. Patlayan bombalar hep de yoksul halk kesiminin çocuklarını buluyor. Ölümün bu denli sıradanlaştığı, ölümün bu denli kutsandığı başka bir ülkeyi ne okuduklarım ne gördüklerim arasında anımsamıyorum. Elbette bazı ilkel kavimleri ve bağnaz fanatik din gruplarını saymazsanız. Ölüm korkusu ile yatılan ölüm korkusu ile kalkılan, ölüm korkusu ile sokağa çıkılan bir Türkiye’den söz ediyoruz. Peki, bu olanlara “Yurttaş ne diyor” derseniz, “O bahse hiç girmeyelim” derim. Yanıt yerine ustamız Nâzım Hikmet’in dizelerini konuşturalım: “Dünyanın En Tuhaf Mahluku”
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi…
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin,
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun kardeşim.
Bir değil
beş değil
milyonlarcasın maalesef,
Koyun gibisin kardeşim
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin
ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içinde olup,
deryayı bilmeyen balık gibi tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende
Ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek,
ve hâlâ şarabımızı vermek için, üzüm gibi eziliyorsak,
kabahat senin,
demeğe de dilim varmıyor ama,
kabahatin çoğu senin canım kardeşim!