Sancılı günlerden geçiyoruz dostlar. Önümüzde ülkenin geleceğini belirleyecek önemli bir referandum var. 94 yıllık modern Türkiye Cumhuriyeti’nin de, toplum içinde yaşama uğraşı veren bireylerin de kaderini etkileyecek bir yurttaş seçimi. İletişim araçlarına göz atıyorsunuz, halkın da anlayabileceği düzeyde ne siyasi, ne akademik bir tartışma var. Zamanı geriye sarmışız sanki. Eski dönemlerin televizyonlarında beğeniyle izlenen yarışma programlarındaki kadar içimiz rahat. Kurulmuşuz koltuğa. Evet mi, hayır mı? Bu iki sözcükten birine tercihimizi neden vereceğiz pek düşünmüyoruz bile. Biraz da iane toplumu olmanın getirdiği bir rahatlık olsa gerek. Oysa benim sevgili yurttaşım, devekuşu gibi kuma gömdüğü kafasını bir kaldırsa, şöyle bir etrafına akıl gözüyle bakabilse mutlaka ülkede olan bitenlerin ayırtına varabilirdi. Tümünün olmasa da hiç değilse bir bölümünün. İşi yazı yazmak, halka gerçekleri anlatmak olan gazetecilerin, yazarların, bilim insanlarının neden hapishanelere tıkıldığına kafa yorardı. Emekçiler her gün biraz daha yoksullaşır, işsiz kalırken varsılların nasıl olup da mal ve mülklerini arttırdıklarını merak ederdi. Belki şiddet ve tehdit sarmalında sokaklarda, caddelerde yürümeye neden korktuğunun bir açıklamasını da bulmaya çabalardı. Tasada, kıvançta bir olması gereken komşuluğun neden düşman kamplarına dönüştüğünü de araştırır mı yurttaş bilemiyorum. Ama oğlunu, kızını okula, işe yollarken nasıl ürktüğüne, bildiği bütün duaları bir biri peşine sıraladığına eminim.

30 Ağustos özellikle Latin ülkelerinde Dünya Kayıplar Günü’dür. Gezegenimizin pek çok ülkesinde totaliter yönetimlerin işkenceyle öldürttüğü, kaybettiği, bebek, genç, kadın, erkek pek çok insanın anısına adanmış bir gün. Örneğin Franco İspanyası, Salazar’ın Portekizi’nde, Pinochet’nin Şilisi’nde, Videla’nın Arjantini’nde, Uruguay cuntaları yönetiminde kaybedilmiş binlerce insan için. Özellikle anneler çocuklarını, yıllar önce kaybedilmiş eşlerini arayıp duruyorlar. Yıllar geçse de sevdiklerinin akıbetlerini öğrenmek istiyorlar. Bebekken ellerinden alınan çocuklarına kavuşmayı umut ediyorlar. Bizimde Cumartesi Annelerimizi gözümüzün önüne getirin, hâlâ bir umutla kayıplarını arıyorlar. İşte böyle bir şey 20. ve 21. yüzyılın ayıpları, utançları. Demek ki önümüzdeki referandum bir yazı tura meselesi değil. 

Yazıyı Ahmet Erhan’dan bir şiirle sonlayalım. “Bugün de Ölmedim Anne”

Bugün de Ölmedim Anne
Yüreğimi bir kalkan bilip sokaklara çıktım 
Kahvelerde oturdum, çocuklarla konuştum 
Sıkıldım, dertlendim, çocuklarla konuştum
Bugün de ölmedim anne 

Kapalıydı kapılar, perdeler örtük 
Silah sesleri uzakta boğuk boğuk 
Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük 
Bugün de ölmedim anne 

Üstüme bir silah doğruldu sandım 
Rüzgar, beline dolandığında bir dalın 
Korktum, güldüm, kendime kızdım 
Bugün de ölmedim anne 

Bana böylesi garip duygular 
Bilmem niye gelir, nereye gider? 
Döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar 
Bugün de ölmedim anne.