Sonbaharla gelen bir hüznün adı değildir eylül. Olmamalı da. Ülke coğrafyasında yaz sonu doğa zenginliğinin cömertçe sergilenir bu zaman diliminde hüzün değil sevinçler yaşanmalı. Gelecek güzel günlere türküler yakılmalı. Barışın, özgürlüğün, sevginin, kardeşliğin coşkusu sarmalı dört bir yanı. Dingin bir yaşamın habercisi olarak karşılanmalı güz başlangıcı. Ola ki eylülün çocuklarımızın adlarına yansımasında geleceğe dönük umutları büyütebilmenin yüreğimizde hiç dinmeyen özlemi de yatıyordur.    
Ne var ki eylül ayını can sıkıcı, acı veren görüntülere dönüştürmek isteyen devletten beslenen karanlık güçler de hiç eksik olmadı. İstanbul, İzmir gibi azınlıklarla dostça, iç içe çok kültürlü  bir yaşamı beceren metropollerde 6/7 Eylül 1955’te yaşanan olaylar tarihe düşülen akıldan hiç çıkarılmaması gereken önemli bir örnektir. Kara bir lekedir. Adında ‘Demokrat’ sözcüğü bulunan bir siyasi iktidarın tezgahladığı ırkçı şoven bir saldırıdır bu. O gün Rum, Ermeni, Yahudi yurttaşların mağazaları, evleri yağmalandı. Dövülenler, yaralananlar oldu. Kolluk güçlerinin seyrettiği yağmacılarla, azınlıklara korku salındı. 6/7 Eylül insana, insani değerlere  gönül vermiş onurlu yurttaşların belleklerinden asla silinmeyecek bir utanç tablosuydu. Bugün de acıyla, ürpertiyle anımsadığım 6/7 Eylül  saldırıları sırasında lise çağındaydım. Gedikpaşa’da oturuyorduk. Birlikte büyüdüğüm çocukluğumun, ilk gençliğimin en mutlu yıllarını birlikte yaşadığım Rum, Ermeni, Yahudi arkadaşlarımın yüzüne nasıl bakacağımı, ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Çokluk evlerine girip çıktığım, anne babaları ile tanış olduğum o güzel insanlara ne diyebilirdim? İnsanların gözlerindeki  korku ifadesini gördükten, endişe içinde geçirdikleri günlere tanık olduktan sonra söz de anlamını yitirmişti. Onlara dönemin devlet ağzıyla; “Poliste kaydı bulunan  komünistler yaptı” desem inanırlar mıydı dersiniz!
Çocukluğumun en güzel yıllarını geçirdiğim mahallem canlılığını yitirmişti. Bir daha hiç eskisi gibi olmadı. Komşuluğun içtenliğini tasada sevinçte birlikteliğini, saf sevgiyi, doya doya yaşadığım mahallemi, onca yıl sonra bugün bile çok özlüyorum. O tarihten beri de  milliyetçilik kisvesi altında yapılan her tür  gösteri, nefret söylemleri, ayrımcılığı tetikleyen konuşmalar insanlık adına ürkütür, utandırır beni.
Şöyle geriye dönüp baktığımda bizim ’60 kuşağının demokratik, eşitlikçi, çağdaş toplum yaratma düşlerinin devlet marifetiyle nasıl da örselendiği gelir oturur belleğime. Darbelerin gerekçelerini neredeyse ezberlemiştik: Kardeş kavgasına son vererek ulusal birliği sağlamak. Oysa her darbe halkları bütünleştirmek bir yana daha çok ayrımcılığa yol açtı. Özellikle de 12 Eylül... Buna askeri darbelere omuz veren, akıl satan bir bölüm siyasetçileri, bürokratları sermaye çevrelerini, hukukçu ve akademisyenleri de eklemek gerek. Sonuçta her girişim ’46’dan beri bebek adımlarıyla ulaşılmaya çalışılan demokrasiden ülkeyi biraz daha uzaklaştırdı. Devlet şöyle ya da böyle daima totaliter kaldı. Asker ve siyasetçiler el birliğiyle  toplumu düşünmeyen, düşündüğünü ifade etmekten korkan, sorgulama irdeleme yetisini kaybetmiş bir topluluğa dönüştürdü. Günümüzde de yaşandığı gibi gençler sürekli potansiyel suçlu olarak görüldü. Şimdi iktidar çevrelerinden ülkede askeri  darbelerin son bulduğu, askeri vesayetin kalktığı bir dönem yaşandığı iddia ediliyor. Oysa yaşanan sivil bir vesayettir. İnsan hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, medyayı susturan, düşünceyi ifade özgürlüğünü, yurttaşın protesto hakkını yok sayan, kendi polis gücünü kuran iktidarın vesayeti. Dinsel temelli, bireyin yaşam tarzına müdahaleci, çok sesliliği düşman, hukukun üstünlüğünü hiçe sayan bir vesayet. 12 Eylül yasalarını ve felsefesini koruyarak, 12 Eylül Anayasası’ndan ilham alarak ülkeyi yönetiyorlar. Barışı değil, savaşı seviyorlar; halkların tümünü değil kendilerinden olanını seviyorlar.Yaşamın kendisinin bir politika olduğunu bilmeme karşın, yazılarımda politikaya bulaşmamaya özen gösteriyorum. Ancak yitirdiğimiz onca genç insanın yüzü gözümün önünden gitmiyor. 12 Eylül’ün, işinden, aşından, ailesinden ettiği insanları unutamıyorum. Günümüzde Gezi Parkı’nda ölenleri de. Unutmamalıyız yakın geçmişi. Doğruları öğrenirsek bugünkü iktidar döneminde yaşananları da, yaşatılmak istenenleri de daha iyi anlarız dostlar.
Not: Bu yazı 9 Eylül 2013 tarihinde  Evrensel gazetesinde yayımlanmıştır.