Hafta sonuydu. Yazdan çok sonbaharı anımsatan rüzgarlı, sıcak bir gün. Deniz kıyısında sıkça gittiğim çay bahçesinin tenha köşelerinden birine oturdum. Kahvemi söyledim. Pipomu yaktım. Günlerdir üstüme çöken sıkıntıları, iç dünyamı etkileyen öfke birikimini ardımda bırakmışçasına huzurlu hissettim kendimi. Denizin usul usul kıyıya vuran dalgalarına, martıların çığlıklarına karışan çocuk seslerine ve ufukta denizle gökyüzünün örtüştüğü insanı dingin kılan engin maviliğe daldım gittim. Mutluydum günlerden beri ilk kez. Çevremde bir tanıdık çıkıp da doğayla baş başa kalma fırsatını yakaladığım bu anı bozmasın istiyordum. Birileri çıkar da yalnızlığımdan, bu tatlı esrikliğimden beni alıp çıkaracak ürküsüyle gazeteyi yüzüme kaparcasına kaldırmış okur gibi yapıyordum. Yakınlarda huy değiştirmiş olmalıyım. Aslında yalnızlığı sevmem pek. Şimdilerdeyse yalnız  olmak, bir başıma  tenhalarda kalmak, içmek, yemek yemek gibi yeni adetler edinmiştim. Nedeni dört bir yanımızı saran gürültü kirliliği olabilir mi diye düşündüm sonra. Toplumdan, insan kalabalığına geçilen bir ülkede “Neden olmasın” dedim kendime. Kentin caddelerinde, sokaklarında, araçlarda, her gün yolculuk ettiğim vapurlarda, yüksek tonda bağrış çığrış içinde konuşan, telefonlarından hayat hikayelerini herkese duyuracak biçimde hiç sakınmaksızın anlatan sevgili (!) hemşehrilerimi anımsadım birden. Sahi şehir kültürümüzü kaybedeli ne kadar olmuş dersiniz? Yaşadığım adadan her İstanbul’a inişim bir kötü macera. Adım attığınızda dönüşünüzde yaşayacaklarınızı düşünmeden edemiyorsunuz. Kısaca fena halde yılmıştım kalabalık ve gürültüden. Şimdi içinde bulunduğum konumda yalnızlığa övgü düzüyorum. Doğanın insanlara bahşettiği böylesi güzelliklerle geçirdiğim zaman parçası tükenecek birazdan diye de üzülüyorum. Çay bahçesi kalabalıklaşmaya başlıyor. Artık ayrılma zamanı. Yolda mahmurluğumdan sıyrılıyorum. Yaşamın gerçeklerine dönüyorum. Anamal düzeninin insanın değil sermayenin gelişimine odaklanmış bir sistem olduğunu unutmuş olmalıyım. Bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin, hak ihlallerinin askıya alındığı bir ülkede yaşama savaşı verdiğimizi de... Hukukun, emeğin yok sayıldığı, ölümün sıradanlaştığı, korkunun karanlığında ötekileştirilmiş insanların yaşama uğraşı verdiği bir coğrafyada yalnızca silahların konuştuğunu ise unutmak mümkün değil. Düşüncenin kelepçelendiği, insan yaratıcılığının törpülendiği, çocukları, bebekleri bile yalnızca ağlatmayı becerebildiğimiz, güldürmeyi ise bir türlü başaramadığımız acılı bir dönemden geçiyoruz.

Etrafıma bakıyorum herkes günü kurtarmaya, kendi gemisini yürütmeye çalışıyor. Ben merkezcilik almış yürümüş. Medya halkının değil, uluslararası çıkarların medyası olmuş, çıkmış. Gazeteci de devletin, iktidarın memuru. 

Yine de dostlar sabahki dinginliğimden kırıntılar var üzerimde. İyi olacak sözcükleri dökülüyor dudaklarımdan. Öyle ya bu ülke için hâlâ emeğini, bilgisini, yüreğini koymuş az mı insanımız var. Umudu, sevgiyi, barışı yücelten… Bu kötü günleri ardımızda bırakacağız elbette. Vicdan yaşayacak, insanlık yaşayacak… 

Kısa bir tatil sabahının, aceleyle kaleme alınmış yazısı bu. Kusuru varsa af ola.Yine  bir şiirle sonlayalım yazıyı. İlhan Berk’in unutulmaz şiirlerinden biriyle 

“ Ne böyle Sevdalar gördüm/ Ne  böyle Ayrılıklar”

    Ne zaman seni düşünsem
    Bir ceylan su içmeye iner
    Çayırları büyürken görürüm

    Her akşam seninle
    Yeşil bir zeytin tanesi
    Bir parça mavi deniz
    Alır beni.

    Seni düşündükçe
    Gül dikiyorum elinin değdiği yere
    Atlara su veriyorum
    Daha bir seviyorum dağları.