Pazartesi günü, biliyorsunuzdur, Silivri’de önemli bir duruşma vardı. Duruşmanın haberlerini her gazete ve televizyon kendi meşrebine göre, şöyle ya da böyle verdi. Biz size, cennete değil, varsayılan adalete giden yolun hangi taşlarla döşendiğini, bizzat / birebir yaşadıklarımızla anlatacağız. Önce belirtelim; adalete giden yolu bulmak kolay değildi. Çünkü, çeşitli illerden gelen otobüsler ve bizimki gibi minibüsler çok önceden durduruluyordu. Ondan sonrası yürüyerek gidilecekti. Ama her yer polis bariyerleriyle kapanmış, arazi silahlı güçler, yani jandarma tarafından sel suları gibi istila edilmişti. Ufukta “Duruşma Salonu” görülüyordu, ama oraya nereden nasıl gidileceği bilinmiyordu. Bir tarafa hamlediyorduk, öte tarafa diyorlardı. Öte tarafa gidiyorduk beri yana… Neyse basın kartımız sayesinde bir engeli aşmasına aştık da sonra bakın neler oldu.


SAVAŞ ALANI GİBİ

Polisin sağlam bariyerleriyle ayrılan çelik örgünün öbür tarafında içeri alınmayan büyük kalabalık isyan halindeydi. Panzerler onların üzerine, önce biber gazı sanılan basınçlı su sıkıyordu. Bizler elimizde basın kartlarımızla itiş kakış ilerlemeye çalışırken, tel örgünün öte yanından atılan taşlardan kendimizi kolluyorduk. Bu arada irice bir taş bizim Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Yönetim Kurulu Sayman Üyesi Gülseren Güver’in başının üzerinden kıl payı geçti.
Bir yere sığınalım derken birbirimizi kaybettik ve bendeniz şiddetli bir basınçlı suyla tepeden tırnağa sırılsıklam ıslandım. Geriye kaçayım dedim; baktım oradan da üzerine su sıkılıyor. İleri uzaklaşayım dedim, oradan basınçlı su sıkılıyor. Yani (neyse ki iki ateş arasında değil) iki su arasında kaldım. O kadar ki, elimdeki Basın Şeref Kartı’nın üzerindeki Basın Yayın Genel Müdürlüğünün logosu bile ıslanarak yerinden oynadı.
Sıkılan su her halde “doğal kaynak suyu” değildi. Her neyse, şifa niyetine sineye çektik.                                                                                 


ADALETİN BÜROKRASİSİ

Sonunda kuru alana ulaştık, ama suya düşmüş kediler gibi soğukta titreyerek astsubaylara derdimizi anlatmaya çalışıyorduk. Duruşma salonuna gidecek yola geçmemize izin vermiyorlardı. “Gazeteciler aşağıdaki kapıdan” dediler.
“Oradan bizi buraya gönderdiler.”
Atila Serter bağırıyordu:
“Ben Türkiye Gazeteciler Federasyonunun Genel Başkanıyım, duruşmayı izlemeyecek miyim!”
“Bilemem” diyordu tel örgülü kapının öte yanındaki çavuş.
“Kim bilir?”
“Komutan.”
“Komutan nerde?”
“Bilmiyorum”
“Git bul”
Neden sonra bir üsteğmen geldi de meramımızı anlatıp içeri girebildik.  Duruşma salonuna girebilmek de ayrı bir macera…
Artık o kadarını anlatmayalım.


ADALETİN DAKİKASI

Merak bu ya, saat tuttuk. Sabah ki duruşma mahkeme heyetinin saat 11.12’de yeri almasıyla başladı. 13.15’te ara ( 14.30’a kadar yemek molası) verildi.
Duruşma süresi 123 dakika, yani 2 saat 3 dakika oldu.
Öğleden sonraki celse, için duruşma salonu kapısı 15.00’te açıldı, mahkeme heyeti 15.14’te yerini aldı, 16.00’da duruşma sonlandırıldı. Öğleden sonraki duruşma süresi 46 dakika oldu.
Bir günün toplam duruşma süresi ise, 169 dakika oldu; yani 2 saat 49 dakika.
Bu sürede neler konuşulduğunu, gazete haberlerinde bulabilirsiniz, eğer varsa!         


YÖNLENDİRİCİ MEDYA

Televizyonda muhabir, bir süre önce görevinden istifa eden siyasiye soruyor:
“İstifa ettiğiniz için pişman mısınız?”
“Hayır.”
“Israrlar karşısında geri alır mısınız?”
“Hayır”
“İstifanızı yeniden gözden geçirecek misiniz?
“Hayır.”
“Sizin gibi, istifayı düşünenler olabilir mi?
“Bilemem.”
Niye bilemiyorsun ki? Gazetecinin istediği yanıtı ver, ortalık karışsın, yönlendirici medya da muradına ersin!


ULUDERE’DE NİYET  BELLİ, AMA…

Uludere/ Roboskî’de 34 sivilin savaş uçaklarıyla bombalanarak öldürülüşünün üzerinden 421 gün geçti. Bombalama emrini kim(ler)in verdiği ve onayladığı hâlâ açıklan(a)mıyor.
Açıklanmamasına gerekçe olarak, mahkemece konulan gizlilik kararı gösteriliyor. Neyin ne olduğu bu güne dek sözde gizlendi, ama “Tarih Baba”dan hiçbir şeyin gizlenemediği er geç görülecek.


BİR ŞİİR

Bu hafta 17. yüzyıla uzanıyoruz. Halk Ozanı Teslim Abdal’ı ağırlıyoruz:
“Bu dünyadan o dünyaya giderken / Tu yüzüne lanet şanına yezid / Hak evini yıkıp viran edersin / Tu yüzüne lanet şanına yezid / Kara köpek gibi kuyruk urursun /  Gelene geçene hav eder ürürsün / İl sana güler sen kime gülersin / Tu yüzüne lanet şanına yezid /Teslim Abdal eder ihlasın kaim / Gözümde okum yok vurup yıkayım / Yetmiş iki milletin canına sokayım/ Tu yüzüne lanet şanına yezid”