Siyasal iktidarlar kendi iktidar güçlerini korumak istedikleri için sürekli temel hakları sınırlandırırlar. Bu tercihlerine bağlı olarak insan hakları ve onun yarattığı hukuku ellerinin tersi ile iterler. Ceza hukukunu vazgeçilmez araç olarak kullanmak isterler ve cezalandırma gücünü sürekli bir tehdit olarak elde tutarlar. Yargıladıklarının “gücü” ise korkulu rüyalarıdır.

 

Hukukun üstünlüğü denilince ne anlıyorsanız odur! Aslında uyulması gereken normlar ve korunması gereken düzen! Acaba öyle midir? Bir bakıma normlar, hukuk, kanunlar, ilkeler kurallar gibi birbirinin yerine geçen veya birbirinin yerine kullanılan birçok kelime gündelik yaşamımızı şekillendirir. Toplumsal yaşamın da vazgeçilmez kelimeleri olarak yaşamımıza egemen olur.

 

Kurallara, kanunlara uyarsınız. Aksi takdirde devletin zorlayıcı gücü sizi hapse atabilir. Kurallar ve kanunlar bir düzenin devamındaki asli unsurlar veya normlar olarak karşımıza çıkabilir. Alacak verecek ilişkilerinin ötesinde toplumda en çok kendini hissettiren suç ve cezanın yer aldığı ceza hukukudur.

 

Yıllardan beri süregelen devletin cezalandırma yetkisinin ve gücünün en çok tartışıldığı ve bu tartışmaların ötesinde engizisyon mahkemelerinin kurulduğu geçmişimizde yatan yaşanmış gerçekler “hukuk” yaratıyor.

 

Bazen insanlar normlara aykırı davrandıklarında bile, normların kötü olduğunu ve kabul edilebilir olmadığını ileri sürerek kendilerini savunabilirler. Onun için iyi olan sizin için kötüdür. Onun için hatalı olan sizin için doğrudur. O kendini haklı görebilir, ama siz onun haksız olduğunu düşünürsünüz ve yargılarsınız bile. Sizin gözünüzde suçlu olan, kendisinin masum olduğunu ileri sürer. Kanunlar bir şeyi yapmanızı veya yapmamanızı emretse bile; emre karşı gelenin haklı olduğunu savunabilirsiniz.

 

Yüzyıllardır süren çatışma ve mücadelenin içinden gelen ve değişen, değişirken toplumu da değiştiren değer yargıları hepimizin ve toplumsal olayların gerçekliğine dönüşür. Karşımızda duran bir gerçek, bir yargı, bir mahkeme kararı bir süreçten geçen “yargılama usulünün” sonucudur. İyidir, güzeldir, kötüdür, haklıdır, haksızdır, kabul edilebilir, kabul edilemezdir; ama gerçekliğe dönüşmüştür ve en yalın haliyle karşımızda durdukça durur. Hüküm ve adalet zor değişir. Ama bazen hükümler verildiği tarihte tarihin çöp tenekesine atılıverir.

 

Engizisyon mahkemeleri döneminin de bir muhakeme usulü vardı. Fikirleri yüzünden çok büyük haksızlıklara uğramış, düşünme özgürlüklerinin sorgulandığı, işkence edilen ve müesses nizama aykırı düşünmediğini göreceği işkence ile ispata razı olan binlerce insanın hayatına mal olmuştur. İnsanlık bütün bunları yaşadı. Engizisyonda (Kutsal Ofis) yargılananların çoğu fikir ve düşünce hürriyetini hayatları pahasına savunarak günümüzü aydınlattılar. Vanini, Campanella, Galile, Servetus ve Giordano Bruno ilk akla gelenlerdir.

 

Kilise mahkemelerinde dava itham ile başlardı. Gizlice yapılan bir ihbarla da başlayabilirdi. Muhbire, sanık aleyhine ileri sürdüğü ithamları kimseye ifşa etmeyeceğine dair yemin ettirilirdi. Engizisyonun resen harekete geçmesi usulü de benimsendi. Ardından “ilk tahkikat” aşaması gelirdi. Aleyhine bir dava olmasına rağmen tahkikat gizli yürütülürdü ve sanık hakkındaki muhakemeyi bilmezdi. Gizli muhakemede şahitler dinlenirdi. Şahitler büyük bir itina ile sanıktan gizlenirdi. Şahitlere karşı “Engizisyon hâkimini, itham edenleri itham edilene ifşa etmekten menediniz” kuralı uygulanırdı. Tahkikat safhasından sonra gelen “tevkif ve hapis” ise üçüncü safhaydı. Sanık gizlice sorguya çekilirdi. Bu gizli sorgu mahkeme huzurunda veya hapishanede yapılır ve çok sık tekrarlanırdı. Şahitlerin isimleri ve ithamları sanıktan gizlenirdi. Mahkeme sanığa karşı tehditler savurur, vaatlerde bulunur, kandırır, suç ortaklarının itiraflarını ve ifadelerini okur, her türlü hileyi ve işkenceyi serbestçe kullanırdı. Son safha ise, mahkemenin kararıydı. Hüküm ya beraat veya kilise cezalarından biri olurdu. Yahut hakkında mahkûmiyet kararı verilen kişi, ateşte yakılmanın nazikçe söylenişi ile “ kan dökülmeksizin muamele ifa olunmak” üzere sivil idareye teslim edilirdi.       

 

Kilise mahkemelerinin kurulu olduğu yıllarda uygulanan “muhakeme sistemleri” geçmiş karanlık yıllarda insanların inandıkları ve “haklı” gördükleri normlara dayanıyordu. Bu gün inanılması beklenen hukukun üstünlüğü gibi kavramlar; geçmiş yılların haksızlıklarını haklı göstermeye çalışan ve yok edilmiş insan hayatları üzerine kurulu haksızlıkların hukukudur.

 

Geçmiş ceza yargılamaları göstermiştir ki; mahkemeler, bir kuvvetin aracı değildir. Yapılan yargılamalar basit bir cezalandırma işi veya infaz merasiminin başlangıç gösterisinden ibaret görülemez. Geçmiş tarihin öğretisine güvenilmelidir ve yargılamada ortaya çıkan gerçekler kimseyi korkutmamalıdır.  

 

Çoğu zaman hukuk denilince anlaşılan kanunlardır. Kanun akla gelince toplumsal düzen kanunlarla korunmaya çalışılır. Ama düzeni korumak için icat edilen kanunlar her zaman adalet değildir; adalet sağlamaz, özgürlük ve eşitlik getirmez. Hukuk ya da kanunlar veya normlar; hukuken ifade edilen soyut kavramların tümünü somutlaştırmalıdır. Aksi olursa; kanunlar devletin zor kullanma gücünün yazılı metinleri olarak kalır. Doğrusu devletin cezalandırma veya yaptırım gücünün insan haklarıyla ve insan haklarının ortaya çıkardığı hukukla sınırlandırılmasıdır. Kısaca insan haklarının üretip yarattığı hukuk; hem insanlara ve hem devlete egemen olmalıdır. 

 

Toplumsal yaşam düzeninde insanların özgürlüklerinin korunmasında çatışmalar yaşanabilir. 

 

Kanunlarla konan sınırlandırmaların “meşru” veya “haklı” olması için her kanunun bir “gerekçesinin” olması yetmez. Hem kanunun ve hem de gerekçesinin; “kabul edilebilir” hukuki temellere dayanması gerekir. Çünkü kanunlar, hukuken her zaman kabul edilebilir ölçüde olmaz. O zaman kanunlar yoluyla temel hakları sınırlandırmak gerekli olduğunda devlet müdahaleleri ile özgürlükler arasında nasıl bir denge kurulacaktır ki; özgürlük ve yasak dengesi sağlanabilsin? Sınırlandırma nasıl olmalıdır?

 

Sınırlandırma, hukuken geçerli bir sebebinin varlığına bağlı olarak, meşru amaçlara dayalı, sınırlı ve dar olmalıdır. Özgürlük ve sınırlandırma arasında bir ölçülülük, bir orantı mutlaka bulunmalıdır. Kullanılan araçlar ve alınan önlemler amaca elverişli olmalıdır.

 

Sınırlandırma, demokratik toplum düzenin temelini oluşturan çoğulculuk, hoşgörü ve geniş görüşlülük ilkesine dayandırılmalıdır. Çoğulculuk; çoğunluğa ters düşen fikirleri olan kişilerin korunması, haklarını kullanabilmesini ve fikirlerini savunabileceği bir ortam yaratılmasını koşul kabul eder. Toplum, bu fikirlere hoşgörü ile yaklaşmalıdır, dar yorumlardan kaçınılmalıdır.

 

Demokratik toplum düzeninde sınırlandırmalar için önce bir kanun olmalıdır. Sınırlamalar gösterilmelidir. O yüzden kanunlar kolay ulaşılabilir olmalıdır. Kişiler belli bir duruma uygulanacak olan hukuk kuralının ne olduğunu bilmeli, kanun hakkında yeterli bilgiye sahip olmalı, kısaca; kuralı anlayabilmelidir. Kanunlar öyle bir düzenlemelidir ki; insanlar, kanuni sonuçları öngörebilmelidir. Kanunun kendisine uygulanması halinde başına gelecekleri ve sonuçlarını önceden bilebilmelidir. Kanunlar; aldatmaz, vatandaşa tuzak kurmaz.

 

Yargılama sonunda verilen her mahkeme kararının ortaya koyduğu gerçeğin bir başka yüzü daha vardır. Yargıladığınız her kişi, sizi yargılar.

 

Bu gerçeğin öteki yüzüdür ve görünen yüzünden çok daha farklı bir değer yargısıdır. O gün değil ama sonra kendi gerçeğini toplumsal gerçeklere dönüştürür. Hatta inandığınız tüm değerleri ortadan kaldırır. Haklı olduğunu düşündüğünüz zamandaki yargılarınız artık boşa çıkmıştır. Hükmün verildiği tarihte değil ama hükmün tarihinden çok sonra bile yargılananlar, kendilerini yargılayanların yargıcıdır.

 

O yüzdendir ki; “insanların ölümlerinden sonra bile, yanlarından ayrılmayan yegâne dostları adalettir”.