Taksim Gezi Parkı’nda 29 Mayıs 2013’te başlayan yeni gençlik eylemi birinci ayını tamamlarken, öfkeli bir Başbakan olarak ortaya çıkan Recep Tayyip Erdoğan bütün öngörüleri ve barışçıl beklentileri torpilledi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan içerde ve dışarıda düne kadar pek önemsemez göründüğü odakları da hedef alarak sert biçimde eleştiriyordu. Düne kadar taraftarı olan kimi köşe yazarlarının da üstünü çizmişti. Kazlıçeşme mitinginin şehvetine kapıldığında Reuters ajansına bangır bangır bağırarak: “Gel de gör bu kalabalığı” diye nazik olmayan bir davetiye gönderiyordu. İktidarının sağlamlığına güvendiği ana kadar, iki önemli dayanağı kullanmıştı. Biri Avrupa Birliği (AB) ölçütleri, ötekide Kürt sorununa çözüm olarak başlattığı ”Barış Süreci” idi.
AB, Erdoğan’ın baskıcı – yasakçı tavrının netleştiğini örnekleriyle görünce, tutumunu değiştirmiş, eleştiri ve uyarılarının dozunu giderek arttırmaya başlamıştı. Başbakan vekilliği de yapmış olan Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın yumuşak üslubunu anımsatanları parti içine nifak sokmakla suçlamıştı.
Elbette mülki amir olarak Vali Hüseyin Avni Mutlu’nun sorumluluğundaki polis güçleri (muhtemel ki diyelim) bir grubuyla “şevke gelip” hedef gözeterek insanların kafasına biber gazı fişeği sıkınca bir kez daha ortalık karışmıştı. Beşer Esat’ı bile sollayan aşırı güç kullanılarak, yollar kapatılarak, kent yaşamı felç edilerek, zahiri / görünüşte / sözde bir sükunet sağlanmış ve Başbakan’a bu durum bir ‘huzur tablosu” olarak sunulmuştu.
DURAN ADAM
GÖSTERİLER insanlık dışı baskılarla, buhar kazanının içine sıkıştırılınca, insanların yüreğindeki özgürlük ve demokrasi istemi elbet bir yeni çıkış yolu bulacaktı. Hele, yeni gençlik bu yolun ilk adımını attıktan sonra…
Bir gün öğle vakti (18 Haziran) görüldü ki, Taksim’deki metro çıkışının yanında bir adam dimdik ayakta sessizce duruyor.
Bu insan, 34 yaşında, tiyatro, modern dans ve performans sanatçısı Erdem Gündüz idi. Eylemini “sivil itaatsizlik” olarak niteleyen
Gündüz şöyle diyordu:
“Ben içimdeki acıyı, insan ölümlerini duyurmak için durdum. Duran başkası da olabilirdi. Duran adam bir kişi değildir.”
Netekim, bu eylem bir kişiyle kalmadı, yurda ve dünyaya örnek olarak yayıldı.
Hançerelerde aynı slogan: “Her yer gezi! Her yer direniş!”
DEĞİŞİK YORUMLAR...
Bu köşede, Taksim Gezi Parkı eylemi diye başlayan ve ülkenin hemen hemen tümüne yayılarak, asıl niteliği olan Türkiye’deki kültürel ve toplumsal değişim istemini ortaya koyan olayları birkaç haftadır ve bundan sonra kaç hafta daha (tarihe not düşmek üzere) aktarmayı sürdüreceğiz. Köşemizin bu bölümünde soldan sağa görüşleri aktarmıştık. İyice netleşiyor ki, bu mesele sadece sağ – sol meselesi değil. Bu hafta yorumları / değerlendirmeleri “karma” şekilde sunuyoruz.
* Sabah’ta Hıncal Uluç’un “Gezi’den ‘demokrasi’ doğar mı?” başlıklı yazısından (13 Haziran)
“Bu ülkeye demokrasinin tüm koşullarıyla yerleşmesi için önce, seçim kazanma şansı olan, muhaliflere o umudu, iktidara da kaybetme korkusu veren bir muhalefet partisi olması şart. O zaman insanlar evlerinde oturur, ilk seçimi beklerler. ‘Sandıktan çıkar, Taksim’deki çakma kışlayı yıkar, yeniden park yaparız’ derler ve sokağa dökülme gereği duymazlar.”
* Milli Gazete’de Zeki Ceyhan’ın “Tablo ilginç” başlıklı yazısından (12 haziran):
“Yani tablo giderek ilginçleşiyor! Bir yanda ilk gün söylediklerinden bir hayli taviz vererek, ‘Hiç olmazsa Topçu Kışlası’nı yaparak açıkladığımız sözde durduğumuzu kanıtlayalım’ diyenler var. Bir yanda ise ‘illa da park’ diye tutturanlar var!”
* Vatan’da Güngör Mengi, siyaset bilimci Prof. Hasan Yılmaz’ın şu değerlendirmesini aktarıyor (12 Haziran)
“ Bu olaylar sebebiyle Türkiye’nin imajı çok zarar görüyor deniyor. Ben tam aksini düşünüyorum; Türkiye’nin gençlerinin ne kadar batılı, modern, aydın oldukları görüldü. İnanılmaz bir itibar kazandı Türkiye. Avrupa Birliği’ne girişi kolaylaştı.”
KÜRESEL SÖMÜRÜ
Size kent yaşamının tam içinden bir tablo sunacağız. Öyle bir tablo ki, gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkelerin ekonomik, siyasal, sosyal konumlarını ortaya koyuyor.
İsveç kökenli bir mobilya firmasından, örneğin bir hazır mutfak almaya gidiyorsunuz. Bir dizi işlemi olması doğal, ama bunun bir kurumsal sistem içinde işlemesi gerekir. Oysa, her eleman kendi anlayışına, mantığına, kafasındaki “sisteme”, aslında sistemsizliğe göre iş yapıyor. Birinin dediği ötekininkini tutmuyor. Bir başka deyişle, müşteriler kobay gibi kullanılmış oluyor. Az personelle çok iş yapma mantığı egemen. Sonuçta 2 kez gitmeniz gerekirken 4 kez. Üç kez gitmeniz gerekliyse 5 kez gidiyorsunuz. Küresel açıdan bakarsanız, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olanları sömürme ilkesini görüyorsunuz.
BİR ŞİİR
ŞİİRİMİZ Abdülkadir Budak’ın “Yay Burcu” ( Mesafe, YKY):
“ Yaydım, sordular bana:/ - ok mudur seni geren?/ Ben dedim ki: Beni geren/ gönderip gönderip gidemeyişim!/ Göğe kaftan biçemezsin dediler/ Kendime acı biçtim/ Garip bir terziydim ben/ Yollara yolcu diktim/ Yeşil bir soruya kırmızı cevap/ İçim mi, kuyu mu derin?/ Neyden çok inliyor neyzen/ Demiş miydim? Demiştim!”