Kutlu olsun…Kazandınız. Kazandığınızı bize yeniden hatırlattınız...
Türkiye’deki karanlık sırların nasıl saklandığını, neler olup bittiğini organize/çıkar amaçlı suç örgütlerinin açıklamalarını karşılıklı atışmalarından numaralı videolarından öğreniyoruz…
Aralarında kavga çıkmamış olsaydı bilmeyecektik! Kamyon kazası mı, Mercedes mi çarptı?
Bütün kirli çamaşırlarının türlü türlü halleri ortalığa saçıldı. Suçlar, suçlar, işbirlikçiler, döküldükçe dökülüyorlar. Çok iç karartıcı…Bu topraklarda yaşayan herkesin onurunu kırıyorlar. Karanlık eylemlerin, despotik tüm işlerinin devlet içinde yuvalanmış ve yıllardır müsaade edilmiş çetelerin hiçbir yere kaybolmadığını görmek endişe verici…
Böyle gayriinsani muameleyi hak ediyormuşuz gibi; çıkar amaçlı organizasyonlar bizlerle alay edermişçesine baskın ve korkutucu güçlerinin hala ortalarda olduğunu gösteriyorlar. Ellerini kollarını sallaya sallaya gezmeleri, düğün dernek fotoğrafları, yaş günü kutlamaları, yurtdışına gitmeleri, sonra fotoğrafları…
Herkesin düşüncelerini açıklama özgürlüğü vardır. Çağımızda, “halkın bilgilenme, gerçekleri öğrenme hakkının” sağlanması şarttır. Bu hak; vazgeçilmez bir değerdir. Öğrenme hakkının gerçekleşmesi “özgür, doğru, yaygın bilgi ve haber dolaşımını” sağlayabilmek, düşünce etrafında örgütlenme hakkını öngören siyasal, yasal yapının var olabilmesine bağlıdır.[i]
Özek’e göre; aslında bilgilenme hakkı çağdaş ve doğrudan demokrasi sisteminin kurulmasını sağlar. Bilgilenme hakkı; devletin de korunması demektir. Özellikle devlet kutsaldır diyenlerin eylemlerini ve despotik sonuçlarını engellemeye yönelik bir işlerlik sağlar. O halde demokratik hukuk devletinin halktan saklayacağı hiçbir şey yoktur. Toprak bütünlüğünün sağlanmasında ve ulusal savunma sistemleri hariç; devletin halktan gizleyeceği sırrı yoktur, devlet sır üretmez.
Özgür haber dolaşımının varlığı demokratik siyasal ve toplumsal düzenin temel ölçütüdür. Özgür haber dolaşımını engelleyen yasal ve idari düzenleme yapılamaz. Eğer, özgür haber dolaşımının sınırlandırıldığı ve engellendiği bir düzen yaratılırsa, yasal düzenleme yapılırsa veya varsa “demokratik siyasal yapı” yok demektir. Sayın Özek, bu gerçeği yirmi altı yıl önce yazmıştı; Türkiye’de “demokratik siyasal yapı” yoktur.
O yüzden kamuoyunun gözü kulağı olan gazetecileri susturmak isterler, dünyanın her yerinde siyasal iktidarlar basını ve gazetecileri hiç sevmez. İnsan haklarından nefret eder.
Susurluk kazasının kamyonu durduğu yerde duruyormuş meğer…Hiç şaşırtıcı değil ama ürkütücü. Bir yol kazası olur mu? Olur mu olur; oldu ve oluyor.
Kamyona Mercedes mi çarptı? İçinde kimler var, kimler yok? Nereden gelir, nereye gider?
Kimse konuşamasın, yazmasın, düşünmesin, gazeteciler araştırmasın, haberler ortalarda dolaşmasın aşamasını gelindiğini hesaplayanlar işbaşı yapar mı? Yapar!
Savcılar harekete geçer mi? Yargı çalışır mı? Yoksa bu vesileyle “olay yargıya intikal etmiştir; artık devleti yıpratmayalım” sözleriyle olayların üstü şal örtülerek kapatılır mı?
Geçmiş soruşturmalarda neler saklanmıştı, şimdilerle neler açıklanıyor? Kim soruşturacak, kim yargılayacak? Kendini tüketmiş bir yargının güvenilmezliği karşısında adalet dağıtmasını mı beklersiniz? Dağınıklığıyla suskunluğu tercih eden bu haliyle yargının halleri hangi adaletin işine yarar?
Gelelim 30 yıl öncesinin belgelerine….
2021 İnsan Hakları Eylem Planında sözünü ettiğiniz Kopenhag kriterleri mi dediniz…
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı sürecine katılan devletler 1990’da önemli kararlar almıştı. Yasalar değişmeli ve “biçimsel yasallık” terk edilmelidir. Aksine; insan hakları alanında ortaklaşa kabul edilmiş uluslararası normlara uygun olarak geliştirilmiş bir güvencenin sağlanması gerekir. Bugün Türkiye’de hala okuz yıl öncesinin kriterlerinden bahsedip insan hakları eylem planı kurguluyorlar…
AGİK İnsani Boyut Konferansında 5-29 Haziran 1990 tarihlerinde Kopenhag’da verdikleri kararlardan birisi: “(2) Hukuk devletinin temellerini teşkil eden adalet ilkelerini desteklemeye ve ileri götürmeye kararlıdırlar. Hukuk devletinin, sadece demokratik düzenin tesisinde ve uygulamasında düzenlilik ve istikrar sağlayan biçimsel bir yasallık anlamına gelmediği, fakat daha çok insan kişiliğinin yüce değerinin bütünüyle kabulüne ve tanınmasına dayanan ve onun eksiksiz biçimde ifade edilmesi için bir çerçeve sunan kurumlar tarafından güvence altına alınmış adalet anlamını taşıdığı kanısındadırlar.”
Kopenhag ilkelerin arasında sayılan ve her kişi iletişim hakkı dahil ifade özgürlüğü hakkına sahip olduğunu teyit eden katılan Devletler “iletişim hakkı” ve “ifade özgürlüğü” konusunda aşağıdaki sonucu kabul etmişlerdir:
“(10.2)- Herkesin, bireysel veya başkaları ile birlik olarak, insan hakları ve temel özgürlüklerin uygulanmasını incelemek ve tartışmak ve insan haklarının daha iyi korunmasına ve uluslararası insan hakları standartlarına uygunluğu sağlayacak yol ve yöntemlere ilişkin fikirler geliştirme ve tartışma hakkına saygı göstermek,”
1990 Kopenhag kriterlerinin yüklediği görevler çok açık. Toplumdan hiçbir şey saklanmamalı, gazeteciler araştırmalı, yazmalı, yazabilmeli, yargı bağımsız ve hatta tarafsız olduğunu hatırlamalıdır. Suçlar ortalığa saçılıyor, sırlar ve kirli çamaşırlar ekranlarda. İhbarcılar ve ihbarlar kulaklarımızda… Hukuk ve adaleti kim kazandı kim kaybetti?
Güvence altına alınmış, ulaşılabilir, etkili adalet öyle mi?
Sadece insan hakları eylem planları ve/ya yasa değişiklikleri bozuk sicilimizi düzeltmeyecek.
Demokrasiye, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına inanmayan ama inanıyormuş gibi yapanların, çetelerin cirit attığı bir ortamda hak, hukuk ve adaletten bahsetmek, gün ışığında yönetim varmış gibi yapmak…İnanılmaz yalanlarla örtülü hesap verilebilirlik lafları…
Hep kaybediyoruz, hep kazanıyorlar.
Yıllar geçiyor; alay eder gibi suçlarını rahatlıkla yüzümüze vuruyorlar.
Gazeteciler soruyor, yanıtlamıyorlar. Onların önünde sorulanları cevaplamak yerine devleti yönetenler mi kazanıyor?
Kim kazanıyor?
Kazanmak deyince onlar kazanıyor…Onlar deyince kimler kazanıyor?
Kaybedenlerin acısını anımsıyorum…
Gazeteci Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’da öldürüldü.
Yirmi yıl sonra kızı Nüket İzet İpekçi suskunluğunu bozmuş 1999 yılı şubat ayının ilk günü Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'ndeki toplantıda konuşmuştu.
“Biz birbirini bilen kişiler, belli cinayet günlerinde bir araya toplanıp birbirimize hep bildiğimiz sözleri, duyguları, temennileri tekrarlıyoruz. Ve orada kalakalıyoruz. Bazen kendimizi güçlü kılmak için, öldürttürülmüş ölülerimiz için, karanlığa karşı ıslık çalarcasına "ölümsüzleşti" diyoruz. Bir daha onlara asla sarılamayacağımızı, asla konuşamayacağımızı bile bile "ölümsüzleşti" diyoruz. Benim bu lafa ne dilim ne de gönlüm varıyor...” demişti.
“Simgeler ediniyoruz, ölülerimizi nesneleştiriyoruz, ritüeller geliştiriyoruz. Onlara dayanıp ferahlıyoruz, görevlerimizi yerine getirme duyguları yaşıyoruz. Kurşunlanmış, bombalanmış, yakılmış, dövülmüş cesetlerden uzaklaşıyoruz, olaya şıklık, yumuşaklık katıyoruz. Hukuka, adalete ulaşamadıkça bunlara daha fazla sarılıyoruz. Ne kadar aciz, ne kadar çaresiz ve ne kadar azız aslında. Cinayet işleyen güç karşısında ne kadar dağınık, kopuk ve soyut duruyoruz. Katillerin sergiledikleri dayanışmadan, süreklilikten ne kadar da uzaktayız. Onlar her gün, her an yıllardır büyük bir çaba ve dayanışma içindeyken, biz sadece, ölüm yıldönümlerinde ölüm haftalarında bir araya gelip bu meselelerden söz ediyoruz.” [ii]
Nüket İzet İpekçi’nin toplantıdaki bu sözlerini kaç kişi anımsıyor, bilmiyorum!
“Katiller kazandı. Biz kaybettik. “Kutlu Olsun...” demişti…
“Ey katiller, tetikçiler ve onların işverenleri
Yirminci yılınız kutlu olsun. Halen zafer sizindir.
Yirmi yıldır biz aşağıdayız, siz yukarıda
Yirmi yıldır biz merak ettik, siz merak ettirdiniz, "sır" dediniz.
Yirmi yıldır biz kaybettik, hep kaybettik.
Siz kazandınız.
Biz, yirmi yıldır süren bir adalet arayışının, kaybedenler tarafındayız.
"Adaletimiz utansın!" diyebilirdik belki ama, biz de utanıyoruz fena halde.
Ben çok utanıyorum.
Bu durumda kalakaldığım için, bir katkıda bulunamadığım için.
(…………………..)
Bizleri, milletimizi, vatanımızı sizler temsil ediyorsunuz.
Artık oralarda sizlerin adlarıyla anılıyoruz biz milletçe.
Örneğin, ben babamı bir yabancıya anlatacak olsam,
Hani sizin bir Papanız var ya, hani onu öldürmeye kalkışan bir adam var ya, işte o adam, o aynı adam, benim babamın olayına bulaşan, onu öldürme işine karışan, baş kişilerden biridir diye başlıyorum, babamı anlatmaya, şıp diye tanıyıveriyorlar: Babamı değil tabii, Papa'yı yaralayan Türk'ü tanıyorlar.
Hep sizsiniz kazanan, en büyük sizsiniz,
Katıldığımız duruşmalardaki tahliyelerinizde taraftarlarınız, yandaşlarınız, hemşerilerinizle
üstün olan, baskın olan hep sizdiniz.
Siz hep kazandınız. Hem güçlü, hem öfkeliydiniz.
Alaycılarınız da vardı aranızda
Bize kızdınız, ne cüretle müdahil olduk diye, sizi rahatsız etmenin ne âlemi var diye, öfkelendiniz bize, size, ailenize sanki birden biz musallat olmuşuz gibi bir duyguya kapıldınız.
Siz öldürdünüz, yurtseverler olarak yurt dışlarına gittiniz
Biz mezar başlarına, anma toplantılarına gittik.”
Sözler ve adalet tükeniyor, yok oluyor.
“Hukuk mücadelesi” öyle mi? Hangi hukuk, kimin hukuku?
Kimin adaleti? Kim için hukuk ve adalet?
Kazananların hukuku mu? Kaybedenlerin adaleti mi?
Kendini utançla tekrarlayan hukuk ve adalet ve hayata dair bir şey üretmeyen bu yazı; bu soruların yanıtını İpekçi’nin şu sözlerinden aldı:
“Mezar başlarında, televizyon stüdyolarında, konferans salonlarında değil; hukuk mücadelesi duruşma salonlarında yapılır…duruşma salonlarında biz aileler ve vekillerimiz ne kadar az, biz ne kadar kısıtlı kalıyoruz. Bunu kaç kişi görebiliyor? Onların planları ve sistemleri karşısında nasıl da elimiz kolumuz bağlı duruyoruz. Cinayet işleyen ve işleten güçlerin dahice canilikleri karşısında yetersiz kalan yasalarla gerçeği aydınlatma çabamız ne kadar hazin bir acizlik görüntüsüne bürünüyor. İşte o anlarda bence, duruşma salonlarındaki adalet kavramlarının tümünün içi teker teker boşalıyor, ortada kalan tek somutluk ise katillerin zaferi oluyor.”[iii]