TBMM üyesi ve ana muhalefet partisi CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, elinde “Adalet” yazılı pankart ile yürüyor… Onunla birlikte parlamento dışı muhalefet ve gerçek yollarda!
Kızabilirsiniz, eleştirebilirsiniz, takdir edersiniz, etmezsiniz, katılırsınız, katılmazsınız, ama olsun; “adalet” için yürüyor. Muhalefet, adalet ve gerçek yollarda! Gerçek, yürüyor.
Gerçek yürür mü?
Herkesin bildiği geçmiş bir davadan tarihe kalan gerçeklerin hatırlanma zamanıdır.
Yüzyirmiüçyıl önce, 1894 yılı, Eylül ayı sonu…
Yarbay Sanhdherr yönetimindeki Fransız Haber alma Servisi’nin İstatistik Bölümü, Alman askeri ataşesine bazı gizli belgelerin ve çizelgelerin gönderildiğini haber veren imzasız bir mektup ele geçirilir. Binbaşı Patty de Clam askeri soruşturmayı yapmakla görevlendirilir. Görevlendirilen beş yazı uzmanı bilirkişiden üçü; biri topçu kuvveti, diğeri örtme birlikleriyle ilgili ve bir de Madagaskar konusundaki nottan ibaret tek delil olan çizelgedeki el yazısının genelkurmayda stajyer Alfred Dreyfus’a ait olduğunu bildirir. Casusluk iddiasıyla suçlanan ve 16 Ekim’de tutuklanan Dreyfus Paris Birinci Savaş Konseyi’nde yargılanır. Duruşmaların “gizli yapılmasına” karar verilir. Savaş Bakanı General Mercier, İstatistik Bölümü tarafından Dreyfus’a karşı hazırlanan “gizli dosyayı” savunma avukatının ve sanığın haberi olmadan askeri yargıçlara verir. Yargıçlar savunma hakkını çiğner ve yasalara aykırı bu durumu görmezden gelir. Cumhurbaşkanı Casimir Perier’e bilgi vermek üzere Mahkemede bulunun Binbaşı Picquart da oralı olmaz.
22 Aralık 1894…Yedi yargıç oybirliği ile Dreyfus’u suçlu ilan eder. Rütbesinin geri alınmasına, ömür boyu hapis ve sürgün cezasına mahkûm eder. Dreyfus, Şeytan Adasına gönderilir. Halk hükümlü aleyhine gösteriler yapar. Cumhurbaşkanı istifa eder, yerine Felix Faure seçilir.
13 Ocak 1898’de L’Aurore (Şafak) gazetesinde “Suçluyorum” başlığı altında Emil Zola’nın Cumhurbaşkanı Felix Faure’a yazdığı açık mektup yayınlanır (E. Zola. Dreyfus Olayı. İst. Yalçın Yay. Kasım 1986).
O yıllarda Zola, Cumhurbaşkanına yazdığı bu mektupla ilgili olarak bir gazetenin bağımsızlığı ve yürekliliği üzerine şöyle yazar;
“Daha önceki iki mektup gibi bu mektubunda ilkin broşür halinde yayınlandığı bilinmiyor. Broşür satışa sunulmak üzereyken, onu bir gazetede yayınlamayı düşündüm. Böylece mektubum daha geniş bir kitle tarafından okunacak, daha büyük yankı uyandıracaktı. O sıralarda L’Aurore gazetesi bağımsız bir tutumla ve hayranlığa değer bir yüreklilikle kesin yerini almıştı. Onun için bu gazeteye başvurdum. O günden beri bu gazete benim için sığınak, her şeyi söyleyebildiğim bir özgürlük ve gerçek kürsüsü oldu. Bundan dolayı gazetenin müdürü Sayın Ernest Vaughan’a karşı gönül borcum pek büyüktür. “L’Aurore”un üçyüzbinlik satışı üzerine ve bunu izleyen adli kovuşturmalardan sonra, broşür öylece kaldı. Zaten, karar verip yerine getirdiğim eylemin ertesi günü, davamı ve bunun doğuracağını umduğum sonuçları beklemek üzere susmak gerekir”
Zola, Cumhurbaşkanına yazdığı bu mektupta Dreyfus’un suçsuzluğunu anlatır. Savaş Konseyi kararının tüm gerçeğe ve adalete indirilmiş ağır bir tokat olarak nitelendirir ve Fransa’nın alnına sürülmüş kara bir leke olarak görür. “Onlar hiçbir şeyden çekinmediklerine göre ben de her şeyi göze alıyorum. Gerçeği söyleyeceğim” diye yazar.
“Mektubum fazla uzadı Sayın Başkan; bir sonuca varmanın zamanıdır” diyen Zola; tarihin sahiplendiği aşağıdaki satırlarla mektubunu sonlandırır:
“ Yarbay Paty de Clam'ı adli hatanın iblisçe düzenleyicisi olarak suçluyorum. Sonra da uğursuz yapıtını, üç yıldan beri en şaşırtıcı ve baştanbaşa suç olan dalaverelere başvurarak savunmakla suçluyorum onu.
General Mercier’i, hiç değilse düşüncesizliği yüzünden, çağımızın en büyük haksızlığında suç ortağı olmakla suçluyorum.
General Billot'yu, Dreyfus'ün suçsuzluğu konusunda elinin altında bulundurduğu kesin kanıtları saklamakla, saygınlığı tehlikeye düşen Genelkurmay'ı siyasal amaçla kurtarmak için, insanlığa ve adalete karşı ağır suç işlemekle suçluyorum.
General Boisdeffre'i ve General Gonse'u aynı suçun ortakları olarak suçluyorum. Birisi, hiç kuşkusuz papaz egemenliği tutkusu yüzünden, öteki ise belki, karargâh şubelerini dokunulmaz sayacak kadar mesleğe bağlı olduğu için suça ortak olmuşlardır.
General Pellieux ile Binbaşı Ravary'yi, vicdansızca soruşturma yapmakla suçluyorum. Bununla, soruşturmanın en aşırı yanlılıkla yapıldığını belirtmek istiyorum.
Üç yazı uzmanı, B. Belhomme, B. Varinard ve B. Couard'ı uydurma ve hileli raporlar düzenlemekle suçluyorum. Yapılacak tıbbi muayene sonunda bu kişilerin görme ve düşünme yetersizliğinden hasta oldukları saptanmazsa suçlamadan kurtulamazlar.
Savaş dairelerini, basında özellikle «L'Eclair» (Şimşek) ve «L'Echo de Paris» (Paris'in Yankısı) gazetelerinde, kamuoyunu şaşırtmak ve işledikleri suçu örtbas etmek için tiksinç bir kampanya yürütmekle suçluyorum.
En sonra, Birinci Savaş Konseyini, bir sanığa gizli kalan bir belgeye dayanarak hüküm giydirdiği için hukuku çiğnemekle suçluyorum. İkinci Savaş Konseyini de üstten gelen emre uyarak, bir suçluyu, suçunu bile temize çıkarıp ağır adli suç işlemekle, böylece Birinci konseyin yasaya aykırı davranışını örtbas etmekle suçluyorum.
Bu suçlamalarda bulunurken, 29 Temmuz 1881 günlü basın yasasının 30 ve 31 nci maddelerine karşı geldiğini, bu yasanın lekeleme suçlarına ceza belirlediğini bilmiyor değilim. İsteyerek kendimi tehlikeye atıyorum.
Suçladım kişilere gelince; hiç birini tanımıyorum. Onları hiç görmedim. Kendilerine karşı ne hıncım var, ne kinim. Onlar benim için topluma kötülük eden kişilerden, kafalardan başka bir şey değildir. Benim burada yaptığım şey gerçeğin ve adaletin ortaya çıkmasını hızlandırmak için devrimci bir araca başvurmaktan ibarettir.
Bir tek tutkum var: bunca acılar çeken ve mutluluğa hakkı olan insanlık adına duyduğum aydınlık tutkusu. Coşkulu protestom, yüreğimden kopan çığlıktan başka bir şey değildir. Beni ağır ceza mahkemesi önüne çıkarmayı göze alsınlar ve herkesin önünde soruşturma açılsın! Bekliyorum. Sayın Başkan, derin saygılarımın kabulünü dilerim.”
Zola’nın beklediği gerçekleşir. Bu yazısı yüzünden yargılanır. Bu davada gerçekleri saklayanları suçlaması “orduya hakaret” sayılır, bir yıl hapis ve 3000 Frank para cezasına mahkûm olur.
Senato Başvekili Scheurer- Kestner, başlangıçta Dreyfus’un suçlu olduğuna inananlar arasındadır ama daha sonra suçsuz olduğuna dair elinde kanıtlar bulunduğunu söyleyerek saygınlığının geri verilmesi için kampanya açmak niyetinde olduğunu söyler…
Bunun üzerine E. Zola, 25 Kasım 1897’de “Le Figaro” gazetesinde yayımlanan yazısını şöyle bitirir: “...Bay Kestner, yüksek mevkiinin, servetinin ve mutluluğunun yıkılması pahasına, gerçeği ortaya çıkarmasını emreden ödevini hatırlatırken şu hayranlık verici sözcükleri söylemişti: “Başka türlü yaşayamazdım” İşte, bu olaya adı karışmış tüm namuslu kişilerin de söylemeleri gereken budur. Adaletin yerine gelmesini sağlayamazlarsa yaşayamayacaklardır. Eğer siyasal nedenler adaletin gecikmesini gerektiriyorsa, bu kaçınılmaz sonucu daha da ağırlaştırarak geciktiren yeni bir hata işlemiş olacaktır.
Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramayacaktır”.
Tanığız… Zola’nın yazdığı gibi! Gerçek yürür ve yürüyor…