Siyasal yaşamımızda arada bir “sine-i millet” deyimi öne çıkar. Çıkar çıkmaz da “dönülsün mü dönülmesin mi?” tartışması başlar. Oysa bu ileri geri konuşmalar eski deyimle lâf-ı güzaftan (boş, anlamsız, gereksiz sözler) ibarettir.
Sine-i millet ne demek? Türk Dil Kurumu sözlüğünde sine sözcüğü göğüs, gönül, yürek olarak adlandırılıyor. Sine-i millet de siyasal temsil meşruiyetini yitirdiği düşünülen TBMM’den çekilerek siyasete halk içinde devam etmek olarak tanımlanabilir.
Ancak bugüne dek hiçbir parti sine-i millete dönmemiş, dönememiştir. 1946 genel seçimlerinde CHP iktidarının hile yaptığını öne süren bazı Demokrat Parti milletvekillerinin sine-i millet çabaları boşa çıkmıştı. Ana Vatan Partisi (ANAP) 1987 genel seçimlerinde %36 oy almasına karşın 1987 yerel seçimlerinde %21’e düşmüş ve sine-i millet tartışmaları yeniden başlamış ancak sonuçsuz kalmıştı. Siyasal partiler bu işi beceremezken bir kişi çıkmış ve bu işi gerçekleştirmişti. Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine daha önce verdiği sözü tutan Doğru Yol Partisi (DYP) Milletvekili Murat Sökmenoğlu istifa etmiş ve bir daha meclise dönmemişti.
Günümüzde de aynı tartışmalara tanık olmaktayız. Aritmetik olarak mümkün mü? Seçim sistemine göre sonuç almak olası mı? Beyaz camdaki tartışmalarda, köşe yazılarında, demeçlerde, bildirilerde bol bol sine-i millet sözcüğü kullanılıyor. Gerçekte hayat pahalılığından, zamlardan canı yanan gariban halkın bunlara aldırdığı bile yok!
***
Bugün 10 Kasım 2024. Türk Milletini Atasını yitireli seksen altı yıl oldu. Koskoca seksen altı yıl! Bugünlerde çok kullanılan deyimle Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babasıydı. 1789 Fransız, 1917 Bolşevik devrimlerinden sonra dünyada ilk kez utku ile sonuçlanan Anadolu İhtilâlini gerçekleştirmişti. Kazanılan antiemperyalist zafer mazlumlar dünyasına ışık tutmuş ve işaret fişeği olmuştu. Bugünkü Hindistan’ın kurucu babası Mahatma Gandi “Türk orduları bir devir kapatmıştır” diyordu. “Şimdi mazlum ve tutsak devletler ve uluslar artık vaz geçilmez bir reçeteye sahiptirler. Mustafa Kemal’in utkusu, dünya için özgürlük ve bağımsızlık sancağıdır.”
Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler ve TBMM şükran duygularını belirterek O’na ATATÜRK soyadını verdi. Devlet dairelerine, okullara, kışlalara ve her türlü kamu kuruluşuna resimleri asıldı. Heykelleri ve büstleri dikildi. Kazandığı zaferler kadar gerçekleştirdiği devrimler de büyük önem taşıyordu. Atatürk gerçek bir demokrasiye geçmenin alt yapısını hazırlıyordu. Onun için lâikliği öne çıkardı. Onun için eğitimi ve kadın haklarını dünyaya örnek biçimde hayata geçirdi. Türkiye dünyanın yıldız ülkesiydi artık.
Yurttaşların dini duygularını sömürerek kişisel iktidarlarını sürdüren tarikat ve cemaatler, tekke ve zaviyeler yeraltına inmişlerdi. Orta çağ karanlıklarında sabırla karşı devrim hazırlıklarına başlamışlardı bile! Bekledikleri dönem İkinci Dünya Savaşının bitmesiyle başladı. Türkiye’yi bir an önce çok partili yaşama hazırlayan Cumhurbaşkanı İnönü’nün çabaları sürerken o gün partiyi yöneten kadro kararsızdı; popülist dalgalar üstünde bocalıyordu. Eğitimin kilit kurumu Köy Enstitülerinin idam fermanı bu dönemde çıktı. Her türlü ödün bu dönemde verildi. Bunlar ağır bir yenilgiyi önleyemedi. 14 Mayıs 1950 günü Demokrat Parti’nin ezici çoğunluğu ülkenin yönetimini elde etti. İrtica yer altından başını çıkarmaya başlamıştı. 1952 yılında Ticani tarikatından birkaç meczup Atatürk büst ve heykellerine saldırdı. Atatürk'ün Başbakanı o günün Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın isteğiyle Atatürk'ü Koruma Kanunu çıkartıldı.
Zaman hızlı bir film şeridi gibi ilerliyordu. 27 Mayıs 1960 ve onun eseri 1961 Anayasası yeni bir ufuk açmıştı. Ama bu dönem kısa sürdü. CİA kontrolündeki 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbecileri Atatürkçü görünerek halkı Atatürk’ten soğutma çabası içindeydiler; netekim Kenan Evren’in söylem ve eylemlerinde somutlaşıyorlardı.
1980’ler ise neoliberalizm belasının ülkelere üzerinde kol gezdiği bir dönemdi. Avrupa Birliğinden gelen politikacılar, İstanbul’da görev yapan CİA istasyon şefleri ülkeyi yönetenlere “Artık Kemalizm’den vazgeçin” diyorlardı. “Atatürk’ün resimlerini devletin duvarlarından indirin!” Bu çabalar 3 Kasım 2002’de AKP’nin tek başına iktidara gelmesiyle yoğunlaştı. Artık ulusal bayramlarda Atatürk anıtlarına çelenk koymak bile zora sokuluyordu. Devlet büyükleri de her nedense bu günlerde Anıtkabir’e gitmemek için rapor alıyorlardı. Atatürk’ün kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlanan hutbelerde O’na yer vermiyor, bir duayı bile çok görüyordu!
***
Ama bir olgunun ayırdında değillerdi. Atatürk devlet korumasından çıktıkça halk önünde git gide artan bir saygınlık kazanıyordu. 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim günlerinde Anıtkabir ülkenin dört bir yanından yediden yetmişe gelen yurttaşlarla dolup boşalıyordu. Atatürk artık devlet korumasından çıkmış sine-i millete dönmüştü.
Atatürk’ün ölüsü onların dirisinden çok daha güçlüydü. Atatürk yattığı yerden bağnazlığa, çağdışılığa, çıkarcılığa karşı savaşım veriyordu. Seksen altı yıl önce aramızdan ayrılan Atatürk güncel tartışmalarda bile gücünü kanıtlıyordu!
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının yirmi ikinci yılı sürdürüyor. Bu süreyi politikacılar, ekonomistler, akademisyenler tartışıyorlar. Olumlu veya olumsuz yargılarını dile getiriyorlar. Bence AKP’nin ülkemiz insanına yaptığı en büyük ve tek hizmet Atatürk’ü devlet korumasından çıkarmasıdır! Atatürk’ü sine-i millete döndürmesidir!