Yüzünde tuhaf bir tebessüm, kapının önünde öylece duruyordu. Yanında yine, Bekçi İsmail Amca vardı. Bekçiyi görünce, Yunanistan’dan bir misafirimiz olduğunu tahmin etmem hiç de zor olmamıştı. Sağ olsun kapıdaki yabancı tahminimi boşa çıkarmadı. Kırık bir Türkçeyle, “Ben Kliantis, Tanrı misafiri kabul edersiniz?” deyince içimden “Tamam” dedim. Annem, Türk misafirperverliğinin kalan son temsilcisiymiş gibisine  “Hoş geldiniz, buyurun“ diyerek öne atıldı. Bana da bavulu almak düştü tabii.  Salona geçtik. Oturdu, duvarlara, tavana, eşyalara bakmaya başladı. Annem bu, hiç bırakır mı baksın? ”Size bir yorgunluk kahvesi yapayım mı?” diyerek adamcağızın nostaljik seyahatini sona erdirdi. “Zahmet olmazsa ben şekerli içerim” cevabını alınca da mutfağa doğru seğirtti. Salonda misafirle baş başa kaldık. “Yağız oğlan! Tahsin baban olur? “Evet“ dedim. “Hanım da, anandır değil mi? “Annem olur” dedim. Bizim kelimelerimizi kullanıyordu ama tuhaf vurgularla konuşuyordu. Annem kahveleri getirdiğinde, koltukta şöyle bir doğruldu. Kahvesinin içine biraz su döktü, sonra bir yudum su aldı ve kahvesini içti. Annem misafir sigaralarından ikram etti. İstemedi. Ben sigara içmiyor zannettim ama o, kendi sigarasını çıkarttı. Anneme ikram etti. Bu sefer de annem almadı. Sehpanın üzerindeki “Gelincik” kutusuna uzandı. Karşılıklı birer tane yaktılar. Ohh! Gel keyfim gel.

1925 yılında Yunanistan’a göçen, eski bir Ereğliliydi. On yaşında çıktığı gurbetten, kırk yıl sonra doğduğu topraklara gelmişti. Beş yıl sonra, yine bir bekçi nezaretinde getirilip, babamın zimmetine verilen başka bir hemşerimizdi. 

İkindi vakti olmuştu. Babam neredeyse gelirdi. Bu arada biz Kliantis Amcayla dereden tepeden konuşarak sohbeti koyulaştırmıştık. Annem de hazır biz konuşurken, mutfağına gidip, yemeklere yeni ilaveler yapmanın derdine düşmüştü. Adım gibi biliyordum ki mutlaka patlıcan kebabı yapacaktı. Kliantis Amca sanki Türkçe konuşmaya hasret kalmış gibi devamlı konuşuyordu. Oysa biliyordum ki, oraya göç edenlerin çoğunluğu bir arada yaşıyorlardı ve kendi aralarında Türkçe konuşuyorlardı. Bunu bize, beş yıl önce gelen Yuvakim Bey söylemişti. O da 1960 yılının bir yaz ayında gelmişti bize. Sanırım, ihtilaldan iki ay sonra falan. On yaşındaydım o zaman. Birlikte dolaşmaya çıkmıştık. Mahalleyi gezdik. Misafirimiz kendi evini hemen buluverdi. Evlerinin kapısına bir sevgiliyi okşar gibi dokunması benim bile içimi acıtmıştı. Nasıl da ağlıyordu görseniz. Sadece o mu? Bırakıp terk ettikleri evin şimdiki sakini Seher Teyze de salmıştı gözyaşlarını. O kadar ki, Seher Teyze “Biz gidiyoruz Yuvakim Bey, gel sen eski evinde otur“ diyecekti neredeyse. Ağla, ağla nereye kadar? Çaresiz o ortamı terk etmek zorunda kaldık. Eve döndüğümüzde bizi babam karşıladı. Niyeti, Yuvakim Amcayı Fahri Bey Amcayla görüştürmek için Bozhane’ye götürmekmiş. O karşılaşma da çok dokunaklı oldu benim için. Benim o yaşta, sıla hasreti çekmenin, eski dostlardan ayrılmanın ne demek olduğunu bilmeme imkân yoktu. Ben ağlayanları görünce ağlıyordum sadece.

BAŞDANIŞMAN ÇALIŞTAYA GELİYOR BAŞDANIŞMAN ÇALIŞTAYA GELİYOR

Fahri Bey Amca‘da bize katıldı. Birlikte Bozhane Bayırını çıkarken karşımıza Deli Mustafendi çıktı. Sırtında küçük küfesi, ağzında tahta piposuyla durdu, şöyle bir baktı. Gözü Yuvakim Bey’e takıldı. “Yuvakim hoş geldin” dedi.”Anan Ester nasıl? Kız kardeşin Marya nasıl?” Adamcağız şaşırdı. Gözlerinin fal taşı gibi açıldığını çok iyi hatırlıyorum. Fahri Bey Amca hemen müdahale etti. ”Kusura bakma, bu Mustafendi abuk sabuk konuşur” diye Yuvakim Bey’e açıklama yapıyordu ki, Yuvakim Bey onun sözünü kesti.

“Ne delisi, bu adam Kâtip Adil yahu!” dedi. (Bu arada Kâtip Adil -aslı Kâtibi Adil- ibaresinin şimdiki karşılığının Noter olduğunu belirtmeliyim)Neticede Deli Mustafendinin söylediklerinin doğru olduğunu öğrendik. Sonra ikisi biraz daha konuştular. Deli Mustafendinin, giderken Yuvakim Bey’e söylediği şu sözleri hiç unutmadım.”Yuvakim, seni kayıkla gezdüsünle, şöyle Ereğli’ ye sonca dence bi bak, sonacuma balık yedüsünle. Uzunguma fabrika yapılıyo, bi da geldiğinde goremezsin” Tabi ben, kimin akıllı, kimin akılsız olduğunu da, yaşım ilerledikçe anlayabildim. Adam resmen geleceği okumuştu.

Neyse biz günümüze gelelim. Babamı gelirken gördüm. Onun eve girince yaşayacağı şoku, hafızama kazımak istiyordum. Kliantis Amcaya “Babam geliyor!” dedim ve kapıya yürüdüm. Baktım o da peşimden geliyor.”Kapıyı ben açayım” dedi. Babamın ayak seslerini duyunca, “Tamam açın” dedim. Kliantis kapıyı açtı, babam karşımızda, elinde bir ekmek öylece durdu. Kliantis, sanki dün gitmiş de, bugün gelmişçesine gayet samimi bir tavırla,

“Tahsin, ne o bir ekmek aldın? O bana yetmez vre” dedi. Annemin de yapılan o espriyi anlamayıp, ev kadını içgüdüsüyle “Ekmeğimiz var, ekmeğimiz var” diyerek bir gelmesi var ki, gülmemek elde değil. Babam şaşkın bakışlarla Kliantis Amcaya bakarken bir yandan da bakışlarını “Bu adam da kim?” dercesine bana kaydırıyordu. Sonra üzerindeki şaşkınlığı atıp, içeriye doğru bir hamle yaptı. Kliantis, babamın elinden ekmeği alarak, kokladı ve bir parça kopararak ağzına attı.

”Bizim eski fırının ekmeğidir mi bu?” diye sordu. Babam da, ne yapsın “Evet o fırının“ diyebildi sadece. Arkadan annemin sesini duyuyorduk sadece “Aaaaa fırını bile unutmamış” Babamın, karşısındaki adamın Yunanistan’dan geldiğini bildiğinden emindim. O sadece vakit kazanarak onun kim olduğunu bulmaya çalışıyordu. Ama bir türlü bulamamıştı ne yazık ki.

Babam ellerini, yüzünü yıkadıktan sonra, geldi yanımıza oturdu. Kliantis’le karşılıklı olarak birbirlerine bakıyorlardı. Sonunda babam itiraf etti. “Tanıyamadım” derken yüzü ağlamaklıydı. Kliantis, bu itiraf üzerine babama Rumca konuştu. Babam tam olarak anlayamadı ki, “Konuşmayınca insan unutuyor” demeyi tercih etti.

“Öyle mi!” dedi Kliantis, kızmış gibi yaparak.”Sen bunu Olina Ana’na söyle bakalım seni ne yapar? Babamın yerinden bir sıçrayışı vardı ki, görmeden inanamazsınız. Olina adını duyunca, karşısındakinin Kliantis olduğunu anlamıştı tabi. Bundan sonra konuşma yoktu. İki sulu gözlünün kucaklaşmaları uzun bir süre devam etti. Ortalık Rumca ağıtlardan geçilmiyordu.

Sofrada beş kişiydik. Babam, annem ablam, Kliantis Amca ve ben. Ağabeyim askerdeydi. Annem masayı öyle bir donatmıştı ki, ben onları ne ara yaptığına bir türlü akıl erdirememiştim: Patlıcan kebabı yapacağını zaten tahmin etmiştim. Son anda araya soktuğu çilek kompostosu benim için bir sürpriz olmuştu. Misafirimiz de çok beğendi. Domatesli pilavın yanında bardağa koydurup, koydurup içti. Benim yapacağımı o yaptı. Yemekten sonra ben sinemaya geçtim. Yapılacak işler vardı. Babam o akşam gelmedi. Çocukluk arkadaşıyla uzun, uzun konuşacakları vardı elbette.  

Babam, annesini dört yaşındayken kaybetmiş. Dört yaş büyük ablası, iki yaş küçük kız kardeşi ve kendisi, koca evde, anneannesinin ve babasının eline kalmışlar. Genellikle Rumların oturduğu mahallenin, o kısmında, tek Müslüman evi babamlara ait. İşte bu komşular, aralarında iş bölümü yaparak, çocuklar için ellerinden gelen bütün fedakârlığı yapmışlar. Bir müddet sonra, babamın teyzesi gelerek evin idaresini ele almış. Buna rağmen komşular dostluklarını her zaman için hissettirmişler. Kliantis Amcanın annesi Olina, “Benim bir oğlum var, Tahsin’e de bakabilirim” demiş. Böylece, Ereğli’ den göç edinceye kadar, Olina babama bir bakıma annelik yapmış. Hıristo, yani Kliantis Amcanın babası da, iki çocuğa üşenmeden hem Rumca şarkılar, hem de Türkçe şarkılar öğretmiş. Kendisi de, kurarmış rakı sofrasını hem çalar hem söylermiş. Bazen dedemle birlikte içiyorlarmış. Hayat bu şekilde inişli çıkışlı devam ederken, babam yedi yaşına geldiğinde, bu sefer de babasını kaybetmiş. Zaten bir yıl sonra da Rumlar Ereğli’yi terk etmişler.

Kliantis Amca, sabah kahvaltıda çok heyecanlıydı. Annesini, babasını, çocuğunu, oradaki hayatlarını anlattı durdu. Heyecanlanmasının asıl nedeni, etrafı dolaşacak olmamızdan kaynaklanıyordu. Kahvaltımızı bitirdik. Kahveler, sigaralar içildi. Fotoğraf makinesini omzuna asarken, “Önce deniz kenarını görmek istiyorum” dedi. Ben babama baktım, babam bana. “Deniz kenarı doldurulup, yol yapıldı Kliantis Amca“ dedim. Şaşırdı adamcağız. ”Niçin be ama?” dedi. “Fabrika için” diye kestirme bir cevap verdim. Zaten sahilin doldurulması da yeni bitmişti. “Yani, şimdi bizim yüzdüğümüz, balık tuttuğumuz yerler yok mu?  Babam “Yok” manasına başını salladı Sokağa keyifsiz çıktık.

“Sizin evi görelim Kliantis Amca” dedim. “Nasıl, bizim ev duruyor mu?” dedi. Yüzü gülüyordu. ”Duruyor, duruyor” dedim. Fazla gitmemize gerek yoktu. Evleri, bizim evin arkasındaydı. Oraya doğru bir gidişi vardı ki, tutabilene aşk olsun. O evde Nadide Teyze oturuyordu. Kimsesi yoktu. Kocası uzun yıllar önce vefat etmişti. Biraz aksiydi. Bir oğlu vardı, o da yıllar önce Amerika’ya gitmiş, bir daha da dönmemişti.  Kliantis, “Kapının zili bile duruyor” diyerek, zili gözleriyle sevdi. Kapının sarı pirinç kollarını okşadı.”Nasıl olur, o kadar sene aynı kalmış” dedi. “Güzel olduğu için bozmamışlardır” dedi babam. Kapıyı çalacaktık, ama babam çekiniyordu anlaşılan. Sonunda ben zili çevirdim. Sonra babamın arkasına saklandım.

Kapı yavaşça açıldı.”Hayrola, Tahsin” dedi Nadide Teyze.”Nadide Abla, bu benim çocukluk arkadaşım Kliantis, onlar….” Babam lafının sonunu getiremedi. Nadide Teyze “Onlar gitmeden evvel burada oturuyorlardı, evin içini de görmek istiyor değil mi?” deyince, “Nasıl bildin.” dedi babam. “Sen, benim de oralardan geldiğimi unuttun galiba” dedi Nadide Teyze. Sonra döndü, Kliantis Amcayla Rumca konuşmaya çalıştı. Yıllar geçtikçe unutmuştu bu dili. Kliantis Amcanın kendisine söylediği bir sözü, yapabildiği kadar bize açıklamaya çalıştı. O aksi görünen Nadide Teyze’nin gözlerinde yaş vardı.

”Kapının zilini çevirdiğimizde, sanki kapıyı annem açacak sandım” demiş Kliantis. Ağlıyordu kadıncağız. “Ben de, her kapı çaldığında oğlum geldi diye yüreğim hop eder“ dedi. Biraz sonra evin içindeydik. Kliantis Amca evin her tarafını gezdi. Kendi odasından uzun müddet çıkmadı. Fotoğraflar çekti. Bir poz da Nadide Teyzeyle çektirdi Sonra evden ayrıldık. Babam da, çocukluğunun bir bölümünü geçirdiği evden ayrılırken duygulanmıştı. Dönüşte Kliantis Amcayı şaşırtan ve heyecanlandıran bir gelişme daha oldu. Babamla konuşurlarken Kliantis Amca birden “Ama bu da duruyor!” diye heyecanla bağırdı. Dayısı Manas’ın evini görmüştü. Evin önünde bir süre durduk. Perdeler kımıldamıştı. Ama kapıyı çaldığımızda açan olmadı. Babam “Yarın tekrar uğrarız diyerek” bizi oradan uzaklaştırdı.

Kliantis Amca mutluydu. “Keşke, seninle şöyle ayakkabılarımızı çıkarıp, ayaklarımızı denize soksaydık” dedi babama. Annesi, babamla ikisini, deniz kenarına götürüp yüzdürürmüş ”Öyle bir yer var“ diye atıldım. ”Neresi var?” dedi babam. “Çekeğin olduğu yer. Orası doldurulmadı biliyorsun” diye cevap verdim. Hedefimiz Bozhane’ydi, gidip Azmi Amcanın kahvesinde çay içecektik. Onları Ereğli sahilinde tek doldurulmayan yere götürdüm, Yosunlu kayalar, kayaların arasında yüzen, sümüklü balıkları eskiden olduğu gibi aynen duruyorlardı. Kliantis ayakkabılarını çıkardı, paçalarını sıvadı ve ayaklarını suya soktu. Babam da yaptı aynısını. Yüzlerine baktım çocuk gibiydiler. Kliantis ayaklarının fotoğrafını çektirdi bana. Çay içme faslından sonra, Kliantis Amcanın kasap olan dayısı Manas’ın dükkânını arayacaktık. Bulamadık. Değil dükkânı, yerini bile belirleyemedik. Zaten Kliantis Amcada dayısının yanına dört beş defa gelmişti.

Bizimle birlikte on gün kalan Kliantis Amca artık gitme vaktinin geldiğini açıkladığında üzgündü ama doğduğu toprakları aradan bunca yıl geçtikten sonra tekrar görmekten dolayı da, gururluydu. Çoğu insanın hep gelmek istediklerini, ama ekonomik olarak bunun ancak mümkün olabildiğini açıkladı bize. O akşam hiç durmadan Ereğli’ den göç edenlerin, çok zor şartlarda yaşadıklarını, burada zengin olanların, orada sefalet içinde yaşamak zorunda olduklarını anlattı. Ve ertesi gün Kliantis Amca, baba topraklarını terk etti. Annem, ailesine birbirinden güzel hediyeler gönderdi. Danteller, elişi örtüler, bizim köyde ketenden dokunmuş Elpek Bezleri, mis kokulu çilek reçeli, keş, erişte makarna, bir torba tarhana ve annemin hiç vazgeçemediği bir şişe Altın Damla Kolonyası.

İnsanoğlu yaşadıkça, kaderlerinin kendilerine neler sunacağını bilemez. Aradan tam on beş yıl geçti. Bu arada eski evimiz yıkılmış, yerine altı katlı bir apartman yapılmıştı. 1980 yılının haziran ayında annemlerin daire kapısının zili uzun, uzun çaldı. Pencereden baktığımızda, arkadaşlardan biri “Sizi arıyorlar” diye seslendiğinde, “Buyursunlar” deyip apartmanın kapısını açtık. Tüm aile ve Kıbrıs’ tan ziyaretimize gelen kayınpederimle birlikte öğle yemeği yiyorduk. Kadınlı, erkekli grubun kim olduklarını elbette ki bilmiyorduk ama babam ”Yunanistan’dan gelmişlerdir” diye tahminde bulundu Misafirler, merdivenleri çıkıyorlardı. Ayak sesleri git gide yaklaşıyordu. Merakımız son safhadaydı.  

Ve karşımızda Kliantis Amcayı gördük. Sonra karısını, kızını, damadını ve o iki ihtiyarı. “Baskın yaptık” dedi Kliantis Amca gülerek. Ortalık birden ana baba gününe döndü. Sarılmalar, kucaklaşmalar falan derken, nihayet ortalık sakinleşmişti.  “Bak sana sürpriz yaptım” dedi Kliantis Amca babama. Babamın gözü ise iki ihtiyardaydı. En sonunda yaşlı erkek gür bir sesle, “Be, Tahsin, dilini mi yuttun, bak başlıyorum” diyerek Rumca bir şarkıya başladı. Babam ağlamaya başlamıştı yine.  Öksüz ve yetim büyüyen çocukların tipik bir örneğiydi babam.  Memlekette kuraklık olsa babam gözyaşlarıyla bir müddet idare ederdi. Gitti kadının elini öptü. Kadın ona sarıldı. Birlikte sallandılar. Birbirlerinin sırtlarına vurdular. Tam elli beş yıl sonra Olina Annesi karşısındaydı. Sağlıklıydı, dinçti ve heybetliydi. Hristo’nunda ondan aşağı kalır bir yeri yoktu. Yine neşeliydi ve yine lafını esirgemiyordu. “Önce anneme takıldı ”Gelin! Bak bizim karnımız aç!” dedi karnını ovuşturarak. Panik oldu annem. Yemek vardı ama herkese yeteceği şüpheliydi. Mutfaktaki masa salondaki masaya ilave yapıldı. Olina, kocasına “Ortalığı kaynattın bre” deyince, kayınpederim ona Rumca konuştu. Olina Ana babamın elini sımsıkı tutarken kayınpederimi sordu. ”Rumcayı nereden biliyor” manasına. Babam da Kıbrıs’lı dedi. Bunu duyan Hristo torununa seslenerek çantasından uzoyla, konyağı getirmesini istedi. Masada zaten Kıbrıs Konyağı vardı. Kayınpederimle, Hristo sofradaki hazır mezelerle demlenerek sohbeti iyice koyulaştırdılar. Seksen altı yaşındaki bir adama göre iyi içiyordu.  Öte yandan mutfak telaş içindeydi. Eşim, yengem ve annem ilave bir şeyler yaratmanın peşindeydiler. Son çare olarak akşam yemeği için hazırlanmış balıklar devreye sokuldu. Nihayet sofraya oturabildiler. Konuştular, anlattılar, ağlaştılar. Anılar tazelendi. Bu arada kayınpederimin Kliantis’in Türkçe bilmeyen damadına Rumca seslenmesi ve damadın karşılık vermemesi üzerine çıkan tatsızlık da çabucak geçiştirildi. Soruna yine Hristo açıklık getirdi. Damat, Kıbrıs Harekâtından dolayı Türklere kızgınmış. Türkiye’ ye gelmek istememiş. Başına bir şey gelmesinden korkuyormuş. Hristo, “Sakın onu zehirlemeyin olur mu?” dedi gülerek. Sonra da dik, dik damada baktı. Zoi, yani Kliantis’ in kızı kocasına söylenenleri aktardı. Adamın davranışlarından utanıp utanmadığını anlayamadım.

Hristo, nasıl bir insandı anlayamadım. Yemekten sonra anneme dedi ki, “Gelin, akşama patlıcan musakka ve domatesli pilav yapalım, bir de cacıki” Olina’ da “İsterseniz ben yapayım, bakalım sizin gibi yapabilecek miyim?“ diyerek kocasına destek çıktı. “Olur, yaparız” dedi annem. Hristo hiç durur mu, “Ama geç kalmayın, hemen yapın ki, yemekler soğusun, o yemekler ısıtıldıktan sonra daha lezzetli olur.“ Adam Yunanistan’ın bir ucundan gelmiş, burada idareyi ele almıştı. Teklif, meklif yoktu. Kliantis hiç karışmıyordu bu konuşmalara. O hala damadını azarlamakla meşguldü.

İkindiye doğru dolaşmaya çıkıldı. Hristo evlerinin yıkılıp, yerine çirkin bir binanın yapılmasına çok üzülmüştü. Tek sevindiği şey, kapılarının boyanıp temizlenerek tekrar kullanılması olmuştu. Olina genç kızlığının geçtiği, yani ağabeyi Kasap Manas’ın evinin hȃlȃ durduğunu görünce çok sevindi. O eve on beş yıl içinde en az üç kiracı girip çıkmıştı. Bu sefer kiracı yoktu. Ev boştu ve sahibi Zonguldak’taydı. Babam “Ben telefon ederim, gelir” dedi. O an için yapacak başka bir şey yoktu. Hep birlikte Çınaraltı’na gittik. Akşam programında değişiklik yapılarak Sahil Lokantasına gidildi. Yapılan yemekler ertesi güne kalmıştı. Bu durum Hristo’nun çok hoşuna gitti. Yemekten sonra misafirleri daha önceden yer ayırttıkları sahildeki otellerine götürdük.

Öğle yemeği için telefon ettiğimizde, bize akşama geleceklerini söylediler. Biraz dolaşacaklarmış. Geldiklerinde ellerinde çiçek ve pasta vardı. Hristo “İlk gün böyle gelseydik, daha hoş olurdu” diyerek özür diledi. Bizimkiler “Yok canım olur mu öyle şey” falan diyerek geçiştirdiler. Annem “Geçen yemekte mahcup oldum” diyerek bu sefer abartmıştı. Zaten yemekler önceden yapılmıştı. Yok, o illa Hristo’nun gözüne girecekti. Zeytinyağlı biber, patlıcan dolmaları, pırıl, pırıl parlıyorlar, yumurta dolmaları ise “Gel beni yut” dercesine sessizce akıbetlerini bekliyorlardı. Hatta annem, misafirlerin akşam gelecek olmalarını fırsat bilerek burma baklava bile yapmıştı. Kayınpederimle, Hristo’ ya ise bir ayrıcalık yapılmış ve Hamide Teyze’den temin edilen lakerdalar önlerine konuvermişti. Yumurta dolmaları ise benim ilgi alanıma giriyordu. En az beş yumurta dolmasını yutmaya niyetliydim.  Hatta şu an bir taneyi yutmam işten bile değildi. Çünkü Olina Ana, telaşla ortalıkta dolaşıp bir eksiklik var mı korkusu yaşayan annemi durdurup biraz olsun sakinleşmesinin yolunu açacak bir yönteme başvurmuştu.  Annemi bir koltuğa oturtmuş sorguya çekmeye başlamıştı. “Yemek yapmayı kimden öğrendin kızım” diye sordu. Kendi de güzel yemek yapardı çünkü. Annem “Annemden öğrendim“ dedi. “Annen bu mahalleden mi?” diye sorunca, “Siz Tahsin’ in teyzesini tanırsınız” dedi. “Rahmetli Şükriye Ablamla, Rahmetli Cahide Ablama -annemin burada söylediği isimler babamın ablası ve kız kardeşi oluyorlar-bakmak için, bir müddet bu evde kalmıştı”.dedi. Annem, babamın bütün hikâyesini elbette biliyordu. Olina “Ne, ne endaksi, hatırladım şimdi” dedi anneme. “Hatta Tahsin’i vermemek için inat etmişti. Aksi huylu bir kadındı ” diye geçirdi aklından. Olina, anneannemi göremedi. Anneannem, misafirler gittikten üç gün sonra oturduğu koltukta sessizce ölüverdi.

Yemekten sonra, Hristo eski günlerden bahsederken, Kliantis Amcaya dönerek “Şu dayının altın hikâyesini anlatsana“ dedi. Kliantis Amca “Üzerinden elli beş sene geçmiş, nesini anlatayım” dedi ama yine de anlatmaya başladı. “Biz buradan giderken ortalıkta bir panik havası vardı. Yani gezmeye gider gibi gitmedik buralardan. Etrafta polis, asker vardı. O telaş içerisinde gidenler, buradaki Müslüman dostlarına bazı kıymetli eşyalarını teslim ediyorlardı. Ya bir müddet sonra gelip alacaklardı, ya da şartlar uygun olursa buradakiler Yunanistan’a göndereceklerdi. Sarraf Yorgi’nin bir arkadaşına teslim ettiği altınları, daha onlar kucaklaşırken, adını çok iyi bildiğim bir kız çocuğu alıp götürdü.” Kimse ağzını açamadı. “Kızın kucağında altınların olduğu kutu olduğu halde yukarı mahalleye doğru zar zor çıkışı gözümün önünden hiç gitmez. Sonra dayımı bahçeyi kazarken gördüm. O da altın gömüyordu. Benim baktığımı görünce, yerini değiştirmek için içeriye girdi. Çocukluk işte. Merak ettim. Bu sefer de, ikinci kata çıkan merdivenin altındaki toprağa gömdü. Ondan sonra bir daha eve girmedi. Bizimle beraber iskeleye geldi” “Yani diyorsun ki, altınlar orada” dedi babam. “Bulunmadıysa evet.” Kliantis Amca kesin konuşuyordu.

Babam o gece evin sahibi İsmet Amca’ ya telefon etti. Adamcağız öğlene doğru geldi. Kliantis Amcayı bekledik. O da geldi. Birlikte eve girildi. Söylediği yeri kazdık. Toprak yumuşaktı. Elli, altmış santim kazdım. Hiçbir şey çıkmadı. Sadece üzerinde 1972 tarihi olan bir lirayla, filtreli bir sigara izmariti bulduk. 1925 yılında 1972 tarihli bir lira ve filtreli sigara olmadığına göre orası, o tarihte kazılmıştı. Böylece bizim define avcılığı sona erdi.

Kliantis Amca ve ailesi bir gün sonra Ereğli’ den ayrıldılar. Bir daha hiç görüşemedik. Onları otobüsten bize el sallarken hatırlıyorum.

Bu arada Kliantis Amcanın evinin yerine yapılan binada “Niçin o eski kapı kullanılmış?” derseniz cevabı basit. Evin sahibi Hasan Amcanın aklını ben çelmiştim de ondan. Ama o, “Kapı bedavaya gelir” diye sevinmişti, ben ise “Bir anı daha canlı kaldı” diye.

                                                                 

·        HALUK HANÇER

*** "DEDEMLE KAPI YAPTIK" kitabından

Editör: Derya Tetik