*
*
*Mehmet Ruhi olarak bilinen Mehmet Ruhi Göktekin Ankara’da gazetecilik yayıncılık ve basın danışmanlığı işleriyle uğraşıyor geçimini bu şekilde sağlıyordu. Askeri cuntanın radarına girmişti. Yaptığı işi devam ettirmesi, geçimini sağlaması, Ankara’da yaşaması çok zorlaşmıştı.
*Turan Kayalı’nın Memleket Gazetesi bir ekoldü. Kimlerin bu gazeteye fikirleriyle yazılarıyla bedensel emekleriyle birebir işin içine girerek veya dışarıdan bir fiil destek vererek katkı yaptığını birçok kasabalı gibi bende çok iyi hatırlıyorum
*Muhasebeci Yavuz da kasabaya dışarıdan gelmişti, Madenci ’nin benzin istasyonunun muhasebecisiydi. Mesleğini iyi bilir, iyi yapardı.
*Eczacı Gökhan Duran kurucusu ve sahibi olduğu yoktan var ettiği kasabanın kültür yaşamına damga vurmuş, siyasetinde söz sahibi olmuş Memleket Gazetesi’ni Turan Kayalı’ ya devretmişti.
*
*
Dükkanının sürgülü küçük cam penceresinden seslendi.
Çay söyleyem mi çay, dedi.
İskele camisinin denize bakan ön tarafında değilde arka tarafındaki abdest alınan kurnaların önündeki oturaklar, kasaba gençlerinin sohbet yeriydi. Kasabanın lise çağındaki gençleri genellikle yaz tatillerinin sıcak günlerinde, nispeten serin ve gölgelik olan burada toplanırlar, nereden ne konu bulurlarsa saatlerce sohbet ederlerdi. Bir iki gençle başlayan sohbetler daha sonra diğer gençlerin de katılmasıyla oldukça kalabalıklaşırdı.
Gazeteci Melih kasabanın sevilen çarşı esnaflarındandı. Yıllarca Gazeteci Eşref’in iskele camisinin karşısındaki dükkanında çalışmıştı.
Melih, Eşrefin yanından ayrıldıktan sonra cami kurnalarının tam karşısında Eşrefin dükkanının çapraz köşesinde kitapçı dükkânı açmıştı, sanıyorum Eşref gazete satma işini de ona devretmişti. O yalnızca okul kitapları ve kırtasiye satışıyla ticaretine devam ediyordu.
Gençlerin muhabbetine hem Melih, hemde Eşref’in bulvara çıkan taraftaki küçük dükkân komşusu, arkadaşlarının babası kundura tamircisi Niyazi Abileri de katılıyordu.
Kundura tamircisi Niyazi abileri kasabanın gerçek zanaatkarlarından birisiydi. Tamir ettiği kunduraların iki dükkân üst taraftaki Çil Mehmet’in dükkanında satılan ayakkabılardan pek farkı olmazdı. İşini çok iyi bilen, kasabada da sayıları birkaç tane kalan gerçek bir kundura tamir ustasıydı.
Sohbet eden gençlerin bazıları küçük yaşlarda kasabaya gelmişlerdi. Babaları kasabanın fabrikasını ekmek kapısı bilmiş ailesinin geleceğini kasabada görmüş yaşamını burada kurmuştu.
Kasabalı dışarıdan ekmek parası için kasabaya gelenleri çok içtenlikle, samimiyetle kucaklamıştı. Öylesine bir kaynaşma, birbirlerine sıkı sıkıya bağlı arkadaşlıklar dostluklar kurulmuştu ki, dışardan gelerek kasabaya yerleşenler neredeyse kasabalıdan daha çok kasabalı olmuşlardı.
Herkesin herkesi tanıdığı zamanlardı. Kimsenin kim olduğunun nerden geldiğinin dininin mezhebinin kökünün kökeninin sorgulanmadığı, bunu yapmaya kalkanların ayıplandığı zamanlardı.
Bırakın çalışmak için ekmek parası için kasabaya gelenleri, vatan görevini yapmak için kasabaya gelip de askerlik terimiyle kasabada tezkere bırakanlar bile vardı!
Bunların içerisinde esnaf olanlar vardı, öncesinde nakliyeci sonrasında müteahhit olanlar vardı. Futbolcular vardı, doktorlar bile vardı.
Dr. Hüseyin Şendağ, kasabaya vatan görevi için gelmişti. Tarsuslu varlıklı bir ailenin erkek evladıydı. Askerlik sonrası kasabada kalmıştı. O kasabayı, kasabalı da onu çok sevdi. Devlet bürokrasisi onu kasabanın Devlet hastanesinin Baş hekimliğine atamıştı.
Kasabalı ise atamayla değil seçimlerle, gönlünden koparak verdiği oylarla, ortak değeri çok sevdiği spor kulübünün başkanlığını yıllarca doktora teslim etmişti.
Medeniydi, ileri görüşlü, çağdaş, birleştiriciydi. Birlikten beraberlikten yanaydı. O kasabaya hizmet etti kasabalı da bunu karşılıksız bırakmadı. Çok kalıcı büyük dostluklar kurdu. Hastane, muayenehane, spor kulübü arasında gidip gelmekten evine gitmeye bile fırsat bulamazdı. Çaştaban Fikri’nin dükkanının üst katındaki muayenehanesi her daim kalabalıktı.
Caminin abdest alma tabureleri önündekiler, güneşin de deniz tarafına iyice devrilmesiyle biraz daha serinleyen yerde sohbet koyulaştırmıştı.
İçlerinden biri sordu. Ya dün akşam denize çıkan var mı? Yavaş yavaş lüfer tutulmaya başlanmıştı. Bir iki kişi, ben gittim dedi. İkiside ağız birliği etmiş gibi.
Gittik de ne oldu, akşam ezanına yakın, bir iki hareket oldu ondan sonra hiçbir şey olmadı.
Ya arkadaş bizde de öyle oldu dedi. Vallahi uykumuz geldi, az ilerimizde Tarı amca vardı en aşağı on tane tuttu, ya anlamadık gitti dedi.
Niyazi Abileri dükkanının içinden seslendi...
Kaç tane tuttu dediniz? Hem soruyor hemde gülüyordu.
Bu işte bir iş vardı. Gençler dayanamayıp sordu, abi sen de gittin mi?
Gittim, gitmem mi hemde Tarıyla yan yanaydık.
Çok tuttu değil mi? dedi.
Niyazi usta gülerek siz bilmiyonuz mu? o her zaman çok tutar dedi. İşi bilenler gülüyorlardı. Orta camideki tek bakkal dükkanının sahibi Tarı ’nın yaşı ilerlemişti, artık bakkalı çocukları işletiyordu. Akşamı sektirmez lüfere çıkardı. Tarı yakaladığı ilk balığı sandalın livarına atar orada canlı canlı tutardı. Hava karardıktan sonra balık da yoksa, canların sıkılmaya başladığı zamanlarda, canlı balığı oradan alır boş yağ tenekesinin içine atardı. Balığın tenekede çıkarttığı seslere hay maşallah, hay maşallah diyerek yine balık tutmuş havasına girer, etraftaki sandallara hava atar, eğlenirdi.
İkindi namazı bitmişti. Sohbet kaldığı yerden devam etti. Camide namaz kılınırken gençler sohbetlerine ara verirlerdi.
Ben de gidecektim ama Yavuz abiye takıldım dedi.
Ya arkadaş dün akşam bir Kılıç şiş yaptı o nasıl bir şeydi ya, ne güzel olmuş dedi,
Bakışlar kendisine döndüğünde, bir iki kişinin yüzünde hafif bir tebessüm oluştu. Birisi sordu sen hiç kılıç şiş yedin mi?
İlk kez dün akşam yedim çok lezzetli ya dedi.
Gülüştüler, öyledir öyle Yavuz abi bu işleri iyi bilir dediler.
Muhasebeci Yavuz da kasabaya dışarıdan gelmişti, Madenci ’nin benzin istasyonunun muhasebecisiydi. Mesleğini iyi bilir, iyi yapardı.
Keyifli yaşamayı severdi. Sağlam içki içerdi. Oldukça kalabalık, samimi dost çevresi vardı. Oraya neden konulduğunu bilmiyorum ama barınak çakarının yanında denizde sabit, oldukça da büyük Mavna veya Duba benzeri sacdan yapılmış büyükçe bir şey vardı. Muhasebeci Yavuz bunu, kendisine mesai sonrasında, tatillerde, hafta sonlarında vakit geçireceği bir yer haline dönüştürmüştü. Mutfağı, oturma yeri, mangalı, dolabı olan bir mekân haline getirmişti. Orada, yemek yapar dostlarıyla içkisini içer uzun uzun sohbet eder vakit geçirirdi.
Bazı balıkçılar ağlarına takılan köpek balığı yavrularını atmazlardı, Muhasebeci Yavuz’a getirirlerdi. O da bunların filetosunu çıkartır, marina eder günlerce dinlendirir, zamanı gelince kasaba kıyılarına uğramayan Kılıç Balığının hasretine ithafen olsa gerek dostlarına kılıç şiş adıyla ikram ederdi.
O kılıç şişlerden! epeyce yediğim için lezzetinin mükemmel olduğunu içtenlikle söyleyebilirim.
Muhasebeci Yavuz ne yazık ki erken zamanda aramızdan ayrıldı.
Yalnızca iş aş geçim veya askerlik için gelip de kasabaya yerleşip kalanlar kadar olmasa da ülkenin sıkıntılı kaos ortamlarına girildiği dönemlerde, kasabayı güvenli bir liman bilip soluklanmak, aynı zamanda da geçimini sağlamak için kasabaya sığınanlar da oluyordu.
Kasaba, kendisini seven, kendisinden yardım isteyen hiç bir kimseyi ne incitmiş nede geri çevirmiştir.
71 askeri darbesinin ülkenin ilerici aydın demokrat kesimlerinin üzerine kâbus gibi çöktüğü zamanlardı.
Mehmet Ruhi olarak bilinen Mehmet Ruhi Göktekin Ankara’da gazetecilik yayıncılık ve basın danışmanlığı işleriyle uğraşıyor geçimini bu şekilde sağlıyordu. Askeri cuntanın radarına girmişti. Yaptığı işi devam ettirmesi, geçimini sağlaması, Ankara’da yaşaması çok zorlaşmıştı. Orada kalsa belki özgürlüğünden bile olacaktı. Her şeyini olduğu gibi öylece bıraktı, yeni bir yaşam için kasabanın yolunu tuttu.
Kasabayı tercih etmesinin bir nedeni vardı. Babalığı uzun zamandır belki de fabrikanın kuruluş aşamalarından buyana kasabanın fabrikasında iyi bir konumda çalışıyordu.
Ülkede de kasabada da yaşam zorlaşmıştı, özgürlükler askıya alınmıştı. Mehmet Ruhi fabrikada kendi düşüncesine yakın kişilerle dostluk kurmakta, sosyal çevresini genişletmekte çok zorlanmadı. Kısa zamanda çevresi de genişledi arkadaşları da çoğaldı.
Yakın geçmişinde yazarlık vardı. Yayınlanmış kitapları vardı. Epeyce bir zaman önce Eczacı Gökhan Duran kurucusu ve sahibi olduğu yoktan var ettiği kasabanın kültür yaşamına damga vurmuş, siyasetinde söz sahibi olmuş Memleket Gazetesi’ni Turan Kayalı’ ya devretmişti.
Zaten gazetenin üzerinde Kayalı’nın uzun zamandır büyük emeği vardı. İşin bu noktaya gelmesine yakın tanıklık edenler yakışanı buydu demişlerdi.
Gazete pazaryerinden Nimet İlkokulu karşısındaki yeni yerine taşınmıştı. İşte Mehmet Ruhi’de neredeyse buranın çalışanlarından birisi olmuştu. Mesai içinde ve dışında vaktinin çoğunu çarşıda, genellikle de Memleket gazetesinde geçirirdi.
Mesai dışı anlaşılır bir şeydir de mesai içinde işyerinde değilde başka bir yerde nasıl olunurdu, açıklamakta fayda vardır!
Kışladaki bazı kişiler kasabanın yeni mahalleli kamyon sahibi olan genci için hem fabrikada çalışıyor hem de kendi kamyonuyla nakliyecilik yapıyor valla bravo buna nasıl vakit bulabiliyor? diye yüksek sesle meraklarını dile getirirlermiş. Muhabbete kulak verenler ne fabrikada çalışması ya, adam her gün burdan yük alıp yola gidiyor öyle şey mi olur diye karşı çıkarlarmış.
Aslında her iki tarafta iddialarında haklıydı. Kasabalı kamyoncu genç hem fabrikada çalışıyordu, hemde kamyonuyla nakliyecilik yapıyordu. O zamanlar öyleydi, bazıları dört beş gün kendi işinde, bir gün fabrikadaki işinde olabiliyorlardı.
Turan Kayalı’nın Memleket Gazetesi bir ekoldü. Kimlerin bu gazeteye fikirleriyle yazılarıyla bedensel emekleriyle birebir işin içine girerek veya dışarıdan bir fiil destek vererek katkı yaptığını birçok kasabalı gibi bende çok iyi hatırlıyorum. Hepsinin emeğine eline sağlık.
Her ölüm zamansızdır ama Kayalı ’nın vefatı kasaba için oldukça zamansız olmuştu.
Gençlerin sayısı çoğalmıştı yedi sekiz kişi olmuşlardı. Akşam ne yapalım muhabbeti başlamıştı. İçlerinden biri yanlarına doğru gelen Orta camili arkadaşları Tarık’ a, la oğlum ne oldu sana domates gibi kızarmışsın dedi. Konuyu bilen birisi hemen lafa girdi o İsmet abi ’ye (Aktaş ’lı İsmet) dua etsin, o uyandırmasaydı? dedi.
Irmak ağzındaki fabrikanın plajı, yazın gençlerin bir başka toplanma yeriydi. Oradaki beton iskelenin üzerinde toplanırlar güneşlenirler saatlerce sohbet ederlerdi. Tarık nedense o gün orada yalnız kalmış, güneşte yatarken uyuyakalmış, dedikleri gibi Aktaş ’lı fark edip uyandırmasa hastanelik olacakmış.
Yanlarından geçip gidenler, takılıp sohbete katılanlar Tarık’a bakıp bakıp ne bu hal diyorlardı.
Bunu söyleme sırası Çil Mehmet’in dükkanının köşesinden dönerek yanlarına doğru gelen Antakyalı Arap Haydar’la İdris Aktop’un küçük oğlu Oğuz’a gelmişti. La Odabaşı ne oldu sana ıstakoza dönmüşsün ya dediler.
Tarık soruya soruyla cevap verdi, az önce sizin yanınızda Sabahattin yok muydu? nerde o, plaja beraber gidecektik o gelseydi ben böyle yanmayacaktım nerde o nerde? diye sordu.
Elinde bir avuç ay çekirdeğiyle Sabahattin İskele camisinin Kaneri ağzına çıkan yokuşunun köşesinden gözüktü. Yanlarına yaklaşınca Tarık’ın halini gördü, önce gülmeye başladı sonra gülme krizine girdi, gülmekten konuşamıyordu. Onun bu halini gören arkadaşları, Tarık’ta dahil hepsi gülmeye başladılar. Elindeki, cebindeki çekirdekleri arkadaşlarına dağıttı, ama gülmekten kimsenin çekirdek çitleyecek hali yoktu ki.
Hepsi o günkü kasabanın aynı veya ayrı mahallelerinde oturan ancak birbirlerinden hiç ayrılmayan birlikte üzülen birlikte sevinen aynı kuşağın çocuklarıydı.
Her zaman sohbet ettikleri iskele camisi kurnalarının önüne o gün en geç Odabaşıların Tarık, Arap Haydar, Oğuz Aktop ve Sarı Sabahattin gelmişti.
Ne yazık ki, aralarından en erken ayrılanlar da kasabanın bu güzel gençleri oldu.
Bunların vedaları çok erkendi, gerçekten çok zamansızdı.
Nuri ÖZTÜRK / Sapanca