Beş altı mahallesi vardı, yetiyordu da artıyordu bile. Kasabalıya daha fazla olsaydı, fena mı olurdu? diye sormaya yeltendiğinizde nerde çokluk orda,,,,, diye başlar bildiğiniz gibi bitirirdi.
Mahallelerden çarşıya yürüyerek inilip çıkılırdı da kimsenin de zoruna gitmezdi. Zaten ahalinin zoruna gitse ne olacaktı ki, araç olsa ne olurdu ki, mahallelerde halk otobüslerinin, okul servislerinin cirit atacağı yol mu vardı, sokak mı vardı?
Şimdilerde Balı köyünden Ömerli, Ören, köylerine Merve köyünden Hamzafakıflıya kadar sayısı ne kadar oldu bilmiyorum ama yakaladıkları her köyü mahalle yapmışlar.
Bazılarının da ismini değiştirmişler.
Haliyle ahalide merak edip soruyor, köylerin ismi değişince köyler mahalle olunca, epeyce bir zamandır oralardan pazara gelmeyen meyveler sebzeler, tekrar çitlere sepetlere doldurulup köylülerin sırtlarında pazara gelmeye mi başlayacak?
Yoksa buralar artık mahalle oldu diye Ören, Kepez Kestaneci Bölücek taraflarından mis gibi sepetler dolusu Osmanlı çileği pazara yeniden mi gelecek?
Kasaba kabına, kalıbına sığmıyor, yayıldıkça yayılıyor, büyüdükçe de büyüyor. Yönetilemez, içinden çıkılamaz hale gelmiş diyeceğim ama, zaten kasabanın merkezi yönetilemiyor ki bünyesine kattığı mahalleleri nasıl yönetecek.
Kasabalı, bu karmaşanın içinde dağılmış, un ufak olmuş, kaybolmuş, yok olmuş.
Bazı kasabalının sahil yolunda hiç tanımadığı birilerine çarpmadan yürümeye çalıştığı zamanlarda veya çay fiyatlarını çok çok artıran Bozhanede ki kafelerde değilde, belediyenin nispeten daha ucuz çay verdiği yeni çayhanesinde karşılaştıklarında,
Aaa, ne zaman olmuş? Allah Allah neden nasıl olmuş? Ya daha geçen gün konuşmuştuk, on gündür bir aydır neden bizim haberimiz olmadı, yaaa eskiden böyle değildi gibi konuşmaları, rutin sohbetler haline gelmiş de sonrasında kanıksanan, bir müddet sonra da unutup gittikleri yakınmaları olmuş.
Turgut Reis İlk Okulu, kasabanın dördüncü ilk okulu olmuştu. Orta Okulu, Erkek Sanat, Kız sanat okulları zaten vardı. Kasabanın Lisesi’nden sonra, genelde fabrika yöneticilerinin veya üst düzey çalışanlarının çocuklarının, ilk okuldan başlayıp lise döneminin sonuna kadar hemde yabancı dilde eğitim almalarını sağlayacak TED koleji de açılmıştı. Kasabaya da çok faydası olmuştu.
Kasabanın Lisesi şimdiki yerinde, Erkek Sanat Bozhanede, Kız Sanat Yalı caddesindeki şimdi Müze olan tarihi binada eğitim verirken, TED Koleji hem şanına yakışsın hemde fabrika yöneticilerinin gözünün önünde olsun diye düşünülmüş olmalı ki Bağlık Lojmanları taraflarına konumlandırılmıştı.
İşte bu dönemlerden itibaren kasabalının cebine biraz daha fazla para girmeye başladı, yaşantısı maddi yönden biraz daha iyileşmeye, bazı arzuları da pır pır etmeye, haliyle de hal ve gidişi değişmeye başladı.
Mesela çarşıya yürüyerek gidip gelen kasabalı artık yürümez oldu.
Taksi durakları çoğalmaya başladı.
Memleketin ilk yerli malıdır diye tanıtılan arabanın (Devrim arabası değil) kaportasının fiberglastan yapılması, çayırda inekler eşekler yiyor diyerek karalama kampanyasına neden olmuştu.
Sonralarda işte metalden yaptık diye halka sunulan, herkesi muradına erdirecek denilen araca da gaz tenekesi benzetmesi uygun görülmüştü.
Ne fark ederdi ki, ayağını yerden kesiyordu ya, hafta sonları Merve altına, o deniz kenarına, bu dere kenarına pikniğe gidiyordu ya. Hem benzin de para tutan bir şey değildi ki.
Fabrikada ki işine özel aracıyla gidip gelmesi de işin fiyakası olmuştu.
Arabası olmayanlar, İş Bankasının karşısındaki garajların girişini kendilerine durak yeri edinen, genelde yarım burunlu Ford minibüs dolmuşların önünde kuyruğa girmeye başladılar.
Postanede ordaydı, kasabanın yerlisi Basri Amca (Basri Atılgan) yıllardır oranın gediklisiydi. Herkese yardımcı olurdu.
Buradan kalkan minibüsler bir taraftan Hastahane’ye İstasyon taraflarına, Yenimahalle’ye, diğer taraftan Lojmanlar ve Kavaklık taraflarına yolcu taşımaya başladılar.
Kendi duraklarını bile kendileri oluşturdular. Emek Hüseyin’de veya Arif Bakkal’da inecek var mı diye sorarlardı. Yılların bakkallarının adı ebedileşmişti, minibüs duraklarının adı olmuştu. Diğer taraftan yani Lojmanlar tarafına giden minibüslerin, İstanbul yol ayrımı, Jet Kuru Temizleme ’nin önü popüler duraklarıydı.
Değişen yalnızca ayakların yerden kesilmesi değildi. Çok fazla şey değişmeye başlamıştı.
Bazen zor oyunu bozuyordu!
Kasabanın ezelden beri birbirine rakip iki futbol takımı vardı. Maç zamanı kimse kimseyi tanımazdı, sahada oynayanı da tribünde seyredeni de abi kardeş bile olsalar adeta kanlı bıçaklı hasım haline gelirlerdi.
Eee demişler ya, gün gelir devran döner, işte kasabanın fabrikası açılıp ta yöneticileri de spora meraklı olunca, sap dönmüş keser dönmüş, gün gelmiş hesap ta dönüvermişti.
Kasabanın fabrikası kendi futbol takımını kurmuştu.
Yalnızca futbol’da değil sporun her dalında faaliyet gösteren takımlar kurmuştu. Ama kasabalıyı futbol ilgilendirirdi. Diğer spor dallarıyla işi de olmazdı, aklı da ermezdi.
Fabrikanın uyanık yöneticileri, dışarıdan bir sürü devşirme futbolcuyu getirmekle kalmadılar, askerliklerini kasabada yapan Denizgücü ’nün iyi futbolcuları da takımlarına kattılar. Onunla da yetinmediler. Fabrikanın takımının forsu yerindeydi, maddi imkanları da o biçimdi. Yıllar yılı formalarını evlerinde yıkayan, ayağına çivi batan kramponlar giymeye mahkûm olmuş kasaba takımlarının kalbur üstü futbolcularını da takımlarına aldılar.
Artık kasabanın anlı şanlı iki takımının önünde pek fazla seçenek kalmamıştı. Ya hasımlığa devam edip kendileri yok edeceklerdi, ya da güçlerini birleştirip yaşamaya devam edeceklerdi.
Aklın yolu birdi, onlarda onu yaptı yakışanı da buydu. İsimlerini bir tarafa bıraktılar kalan güçleriyle, renklerini birleştirdiler. Önlerine de kasabanın adını koyarak kasabanın tek takımı oldular. Altmışlı yılları bitiriyorduk.
Kasabanın, tribünleri dolu deplasmanlarda bile kendini yalnız bırakmayan, maddi imkanları gücü kuvveti sınırlı, kasabanın kendi takımı ile gücü kuvveti imkanları oldukça fazla, cakası yerinde bırakın deplasmanlarda, kendi sahasındaki maçlarda bile taraftarı olmayan iki takımı vardı.
Kasabalının gözünde fabrika inkâr edilemez bir velinimettir.
O da bunu biliyordu. Hemde çok iyi biliyordu. Kasabanın etinden sütünden, kılından tüyünden faydalanmaktan da geri kalmıyordu.
Paranın ve gücün doğasında bu vardı.
Almadan vermek Allaha mahsus derdi ama pek de öyle davranmazdı.
Hem Bağlık taraflarında hemde Göztepe eteklerinde Afili lojmanları vardı. O zamanlarda, yerli yabancı üst düzey pozisyonlarda çalışanları da dahil tamamı, kasaba ahalisiyle esnafıyla içli dışlı olurlardı, samimi ilişkiler içerisinde yaşarlardı.
Mecburen öyle olmak zorundaydılar, pazaryerindeki sırtını Dombay deresine yaslamış sıra kasaplardan et sucuk tavuk, çarşıdaki bakkallardan, tekel bayilerinden alışveriş yapmanın dışında başka bir seçenekleri mi vardı? Çeşit çeşit boy boy marketler mi vardı? AVM ’ler mi vardı ki oralara gitsinler.
Herkes dayanışma içinde birlikte yaşamak zorundaydı, tasayı kederi sevinci paylaşmak zorundaydı.
Meydanbaşı köprüsünün altından geçen, kasabadan çıkış yapılan yol yoktu ama, Fabrikanın Göztepe’deki lojmanlarının içinden geçen sokaklara, bariyer koyup bekçi dikmek de kimsenin aklında yoktu. Ayrıca hiç kimse buna ne cesaret nede cüret edebilirdi.
Fabrikanın futbol sahası bile isteyen tüm kasaba takımlarının kasabalı gençlerin hizmetindeydi. Yeter ki sahanın sorumlusu Niyazi Karakuş’tan izin alabilsinler!
Fabrikanın sosyal olanakları çok fazlaydı, her geçen gün de bunlara yenilerini ekliyordu. Sosyal sorumluluğun da ne olduğunu bilen, bunları kasabayla paylaşmaya gayret eden yöneticileri vardı!
O zamanlarda kasabada yaşayan herkes iyi günde kötü günde paylaşmayı dayanışmayı iyi bilirdi. Kasabanın sınırları içerisinde olan biten orada kalırdı.
Ağa camisinin karşısındaki aralıktan bulvara çıkılan yolun sol köşesinde öncelerde Halk evi vardı. Alt katında Güneş Spor kulübü vardı.
Üçe de aynı mahalleden sayılırdı, evleri Kale’nin eteklerindeki mahalledeydi. İkisi takımda futbol oynarken Recai Yazgan çay ocağında çalışırdı.
Seneler sonra spordan uzaklaşınca oldukça kilo almışlardı. Birbirlerine takılmadan duramazlardı. Uzun zaman öncelerdeki takım arkadaşlığı seneler sonra iş arkadaşlığına da dönüşecekti. Takımın kalecisi Belediyenin Fen İşleri Müdürü, kısa boylu sağ açığı Belediye Reis’inin makam şoförü olacaktı.
Caddenin karşı tarafından, babasının taksisine yaslanmış müşteri bekleyen arkadaşına seslendi, oğlum köse... iddia borcunu ödesene,
Gülerek cevap verdi la şişko kaçmıyoruz ya buradayız, ne zaman alacağın kaldı?
Her şey için iddiaya girerlerdi, haftanın yedi gününün üç dört gününde iddiaya girerlerdi. Gerçi bugüne kadar iddiayı kim kaybederse kaybetsin, karşı tarafa borcunu ödediğine de kimse şahit olmamıştı ya!
İsa Erel de Kenan Dumanoğlu da kasaba sevdalısı, herkes tarafından da gerçekten çok sevilen kasabanın iki evladıydı. Her üçü de çok genç yaşta yaşamdan koptular.
Yalnız bu sefer durum biraz farklıydı. İsa çarşıda gördüğü herkesle iddiaya girmişti. Nedense çok inanmıştı, halbuki kimse geleneğin bozulacağına inanmıyordu.
Kasabanın lisesi ile Sanat okulunun futbol takımları kasaba şampiyonluğu için oynayacaklardı. Zaten her sene oynuyorlardı. Sanat okulunun bırakın kasaba şampiyonluğunu vilayet şampiyonluğu bile vardı. Her zaman güçlü kuvveti futbol takımı olurdu. Yani kasaba lisesini futbolda muhatap bile almazdı.
İkinci final maçında, şampiyonun belli olacağı maçta, fabrika sahasındaki kalabalık herkesi çok şaşırtmıştı. Kasabada olay o kadar büyütülmüş dillere düşmüştü ki futbolla hiç ilgisi olamayanlar bile ne oluyor nedir bu heyecan diye sahanın yolunu tutmuşlardı.
Bir taraftan lise ile aynı binalarda öğrenim yapan Ortaokulun hocaları, diğer taraftan Kız Sanat Okulunun hocaları çocuklar biliyorsunuz lise takımlarımızın bugün final maçı var, maça gitmek isteyenler yok yazılmayacak demelerinin öğrencilik dilindeki tercümesi, bugün ders yok herkes maça gidecek takımlarımıza destek vereceğiz anlamına gelirdi.
Çok çekişmeli çok zor, kıran kırana, kora kor bir final maçı oldu. Futbol tabiriyle sahanın her tarafından kemik sesi gelmişti. Her iki okulun futbolcuları terlerinin son damlasına kadar mücadele ettiler, maç bitiminde kimisi yere oturdu kalkamadı, kimisi dizlerinin üzerine çöktü kendime gelmeye çalıştı.
Sonrasında her iki takımın oyuncuları birbirlerini tebrik ettiler kol kola sarmaş dolaş sahayı terk ettiler.
Kasabanın lisesi ilk kez kasaba şampiyonu olmuştu. Vilayette kasabayı temsil edecekti. Kimilerine göre bu büyük, çok büyük bir başarıydı.
Lise tarihinde bu bir ilkti. Okulda bayram havası yaşanıyordu.
Öyle olmasa futbolun F sinden bi haber, belki de hiç hoşlanmayan kadın müdiresi okulun oyuncularına bir gün izin verir miydi, makam odasına davet edip tebrik eder miydi?
Sahada oyun oynanmış bitmişti, şampiyon belli olmuştu. Bir iki gün sonra her iki okulun futbolcuları her zaman olduğu gibi yine bir araya gelip vakit geçirmeye başladılar. Zaten okul dışında hep birlikte gezer tozar birlikte eğlenirler zaman geçirirlerdi.
Arkadaşım, bir şey konuşmamız lazım dedi, sizden iki üç arkadaşı vilayetteki finallerde oynatmak istiyoruz.
İsterseniz hepimiz oynarız, ama bu riskli değil mi? diye cevapladı.
Suat Hoca da Orhan Hoca da aynı şeyi söylediler, ama biz bir yolunu bulacağız yalnız gizli kalmalı diyerek de tembihledi.
Orhan Hoca da Suat Hoca da öğrencilerin en güvendikleri hocalarıydı. Başı sıkışan öğrenci bilhassa okulun spor yapan öğrencileri hemen soluğu bu iki hocanın yanında alırdı. Öğretmenler kurulunda ne çok öğrenciyi kurul kararıyla geçirtmişlerdi.
Sanat okulundan futbolcu arkadaşı, bizden laf çıkar mı zannediyorsun derken biraz bozulur gibi olmuştu.
Belki etik olmayabilirdi ama, o günkü yaşlarından aldıkları cesaretle, cüretle birlikte dayanışma içinde olup güçlerini birleştirdiklerinde kasabalarını en iyi şekilde temsil edeceklerine inanmışlardı.
Sanat okulundan iki futbolcu arkadaşlarının lise de öğrenci olduklarını gösterir belgeyi ayarladılar.
Kasaba küçüktü ama dayanışma büyüktü. Büyüğünden küçüğüne nerde bir ihtiyaç olursa, birliğin beraberliğin dayanışmanın kralı yapılırdı kralı.
Elli yıl öncesiydi. Cumhuriyetin de ellinci yılıydı. Kasabalı için 1973 yılı birçok açıdan anlamlı bir yıl olmuştu.
Nuri Öztürk / Sapanca
.