Hak, hukuk ve adalet…
Bu günlerde hem çok hem de zorunlu olarak kullanılan üç sözcük.
Bunlar hakkında yüzyıllardır makaleler ve kitaplar yazıldı; konferanslar verildi. Dünyanın dört bir yanındaki hukuk fakültelerinde milyonlarca genç dirsek çürüttü. Neden? İnsan denilen varlığın oluşturduğu toplumların huzuru ve mutluluğu için.
Bu üç kavramı çok basit haliyle anlatmak istiyorum. “Hak” kavramının yüzlerce anlamı var. Ama onu “Dava veya savda(iddia) gerçeğe uygunluk, doğruluk olarak” saptayalım. Adalet ise haklılıktır, hakka uygunluktur; her bireyin hakkını tanıma konusunda değişmez kesin dilektir. Hukuk ise toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasalar bütünüdür. Burada ince bir ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerekiyor. Her yasa adaleti sağlamaz. Tam tersine adaletin gerçekleşmesini önleyen yasalar vardır. Bunun için “kanun devleti” ve “hukuk devleti” biri birinden ayrı olgulardır. Hakka, hukuka uymayan dikta rejimlerinde de kanunlar vardır. Bunlar antidemokratik yasalar olarak tanımlanır.
Demokratik ülkelerde ana ilke güçler ayrılığıdır. Yasama, yürütme ve yargı. Bunların hiçbiri diğerinden üstün değildir. Yargının verdiği kararlar ise devletin tüm organları ve yurttaşları bağlar. Herkes yargı kararlarına uymak zorundadır. Bu yazdıklarım kâğıt üstünde yani teorik olarak doğrudur. Ama idari veya adli yargı kararı toplumun vicdanında kabul görüyorsa adalet o zaman gerçekleşir. Yasaların ülkenin her yerinde ve herkese uygulanması hukuk kurallarının genelliği ilkesi gereğidir. Somut örneklerle konuyu açıklayalım. Kovit 19 salgını sırasında sokağa çıkmak yasaklanmıştı. Çöp kutularından kâğıt ve hurda toplayan garibana ödeyemeyeceği ceza yazılırken, iktidar partisinin hınca hınç delege ve dinleyicilerle kongre toplaması hakka, hukuka ve adalete aykırıdır. Sadece bir telefonla çağrılacak gazeteci, akademisyen, belediye hatta siyasal parti genel başkanının evine, işyerine şafak operasyonu düzenlemek toplum vicdanını yaralar. Konuşmasını yapan İstanbul Belediye Başkanı daha kürsüden inmeden hakkında soruşturma açılırken, tutuklanan bir başka belediye başkanıyla ilgili aylarca iddianame düzenlenmiyorsa bu durumu hak, hukuk ve adaletle açıklamak olası değildir. Günümüzde bu örnekler üst üste sıralanıyor ve bunların her biri haksızlığa uğrayan yurttaşlarda acı, elem ve öfke yaratıyor. Hukuk devletinden uzaklaşma bir yana kanun devletine bile aykırı uygulamalar kol geziyor! Özetle yargı kararları toplum vicdanında kanama yaratıyorsa orada haktan, hukuktan ve adaletten söz etmek nafiledir!
Gelelim tarihin kararına… Tarihin kararı her türlü iktidar ve yargı kararının üstündedir. İstinafı, temyizi yoktur. Tarih, yıllar sonra değişmez, düzeltilmez kararını verir. Kara kaplı kitabına geçirir. Tarihin verdiği karar çağlar boyu etkisini ve geçerliliğini sürdürür. Sokrat’ın savunması aradan yüz yıllar geçmesine karşın yayınlanıyor, oyunlaştırılıyor. Ama onu ölüme mahkûm edenlerin adını anımsayan yok. Verilen idam kararı ise ezelden ebede lânetleniyor.
Gözbebeğimiz Türk Ordusu’ndan çıkarılan teğmenlerle ilgili karar toplumda derin yaralar açtı. Toplum vicdanı açıklanan hükmü değerlendiriyor. Çıkarmanın disiplinsizlikten değil “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sesinin yükselmesinden olduğuna inanıyor. Bunun tersini ülkenin ezici çoğunluğuna anlatamazsınız. Bu karar yargı yolu ile düzelmezse tarihin kararını önleyemezsiniz.
Tarih bu çok özel durumda aradan gün bile geçmeden kararını çoktan verdi: Teğmenlerin suçu “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” belgisini yüksek sesle ve kararlı biçimde söylemektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e bağlılığını haykırmaktır. Bağımsız, lâik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkmaktır. Teğmenler Türk Milletinin onurudur!